Ana SayfaSAHNE SANATLARISinem Vurgeç’in “köprü yolculuğu”: Müziğin kültürler arası kalp atışı

Sinem Vurgeç’in “köprü yolculuğu”: Müziğin kültürler arası kalp atışı

Sinem Garnateo Weber, sahne adıyla Sinem Vurgeç, hem Türk hem Alman kültür dünyasında özel bir yer edinen bir sanatçı. Onun hikâyesi, göçle şekillenen bir kimliğin, müzikle yeniden kök salmasının hikâyesi aslında. Kiel’de başlayan, İstanbul’da filizlenen, Stuttgart’ta olgunlaşan bir yaşam yolculuğu… Ve bu yolculuğun merkezinde her zaman insan, duygu ve müzik var.

1980’lerde ailesiyle birlikte Türkiye’ye dönen küçük Sinem, Kadıköy’ün kültürel atmosferinde büyümüş. Avni Akyol Güzel Sanatlar Anadolu Lisesi’nde aldığı eğitim, sanatın onun için bir yön değil, bir yaşam biçimi olduğunu gösteriyor. Ardından İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nda başlayan akademik müzik serüveni, klasik Türk müziğinin inceliklerini çağdaş bir bakışla harmanlayacağı uzun soluklu bir yolculuğun temelini oluşturuyor.

Sinem Vurgeç 1995 yılında Türkiye’de Milliyet gazetesinin düzenlemiş olduğu liseler arası müzik yarışmasında”Ferda” isimli bestesiyle ekibine Türkiye birinciliğini kazandırdı.Ödül, Erenköy İstanbul Avni Akyol Güzel Sanatlar Anadolu lisesi ‘ne gitti, böylece okula 3 kantin tv’si kazandırmış oldu.

Ve 2000’ler. Sinem Vurgeç müzik dünyasına adım atan Bumerang grubu ile geniş bir dinleyici kitlesine ulaşıyor. Grubun “Sensiz Yıllarda” yorumuyla listelerde haftalarca kalan başarısı, onun sahne enerjisinin ve vokal karakterinin erken bir göstergesi olarak dikkat çekiyor.

Ancak Sinem, popülerliğin kolay çekiciliği yerine müziğin çok katmanlı, kültürler arası anlatısını tercih ediyor ve  2001’de yeniden Almanya’ya dönmesiyle birlikte, sahne kadar sosyal yaşamın da içinde yer alıyor. Üniversite eğitimini sosyal pedagoji alanında tamamlayan Sinem Vurgeç bugün halen farklı sosyal hizmet kurumlarında sosyal pedagog olarak görev yapıyor. Bu yönüyle, sanatla toplumsal duyarlılığı birleştiren nadir sanatçılardan biri olarak karşımıza çıkıyor.

Almanya’daki müzik hayatına 2020’den itibaren yeniden ivme kazandıran Sinem Vurgeç, MinorCircle grubuyla  batıdan doğuya dünya müzikleri ile müzikseverlerin karşısına çıkıyor. Türk–Yunan dostluğunu müzikle anlatan “Dostluk ŞarkılarıFreundschaftslieder” projesinde yer alması, onun müziğe sadece estetik değil, etik bir değer de yüklediğini gösteriyor. Müziği, kültürler arasında köprü kuran bir dil olarak gören Sinem Vurgeç sahnede sınırları değil, seslerin ortak hikâyelerini anlatıyor.

2025 yılında kurduğu “Sinem Vurgeç Music” ise sanatçının müzikal kimliğinin olgunlaşmış halini temsil ediyor gibi. Bu projede, Türk halk ezgilerini modern pop, caz ve rock tınılarıyla yeniden yorumlarken, sahnede hem geçmişin kadın seslerine hem de toplumsal belleğe saygı duruşunda bulunuyor. Repertuvarında Seyyan Hanım’dan Zülfü Livaneli’ye, Nâzım Hikmet’ten anonim halk şarkılarına uzanan bir çizgi var. Her performansında nostaljiyle yeniliği, hüzünle direnci, gelenekle modernliği bir arada yaşatıyor.

Sinem Vurgeç’in sahnesi yalnızca bir konser değil, duyguların, hikâyelerin, köklerin yeniden yankı bulduğu bir alan. Gitarist Enis Akmut ile oluşturduğu ikili performanslarında, hem müzikal uyum hem de sahne hikâyeciliğiyle izleyiciyi içine çeken bir atmosfer yaratıyor.

Bugün Almanya’nın kültürel etkinliklerinde, sivil toplum platformlarında ve festivallerde sıkça sahne alan Sinem Vurgeç, müziğiyle yalnızca alkış toplayan bir sanatçı değil, aynı zamanda çokkültürlü bir toplumun sesi. Onun müziği, hem Türkçenin duygusal derinliğini hem de evrensel melodilerin özgürlüğünü taşıyor.

Tınılar, diller, insanlar arasında köprüler kuran ve  çalışmalarını Stuttgart’ta sürdüren Sinem Vurgeç, Yeni Kültür’ün sorularını yanıtladı:

– Göç hikâyesiyle şekillenmiş bir yaşamın, çok dilli bir dünyanın çocuğusunuz. Almanya’da büyüyüp Türkiye’de müzik eğitimi alarak yeniden Almanya’ya döndünüz. Kendi hikâyenizi, bugün geriye dönüp baktığınızda, nasıl tanımlarsınız? Bu yolculuk size müziğin ötesinde neler öğretti?

SİNEM VURGEÇ – Bu yolculuğu geriye dönüp düşündüğümde, aslında sadece bir coğrafi hareket değil, kimliğin katmanlarını yeniden keşfetme süreci olarak görüyorum, iki kalple var olan, aslında birçok halkı temsil eden bu ülkede o azınlıktan sadece bir kişiyim ben. Biri Almanya diğeri Türkiye için çarpan iki kalbe sahibim. İki kalbin yükü tabii başka oluyor.

Almanya’da yaşamak bana disiplinin, sistemli düşünmenin ve çokkültürlü bir çevrede var olmanın değerini öğretti. Türkiye’de aldığım müzik eğitimi ise, duygunun, sezginin ve köklere dönmenin önemini yaşamım boyunca barındırmama sebep oldu. Bu iki dünya arasında gidip gelmek, sesimi ve kimliğimi aradığım bir iç yolculuğa dönüştü. 

Biyografimin müziğin ötesinde bana öğrettiği en önemli şey, “ait olmanın” tek bir yerle sınırlı olmadığıydı. Diller arasında, kültürler arasında, sesler arasında bir köprü kurmayı gerçekten tercih ettim. Her göç, bir kayıp kadar bir kazanımı da beraberinde getiriyor; sonucunda “universal” bir yaşam biçimi ve farklılıklara açık olmayı ciddi anlamda besliyor. Bu süreç, empatiyi, sabrı ve her şeyden önemlisi, kendi hikâyeme sahip çıkmayı öğretti.

Bugün müzik yaparken, melodiler kadar sessizliğin de anlamını biliyorum. O sessizlik değişime yol açan uzun yolu ama bir yandan kendi memleketimin tüm yaşam sound’unu, seslerini  barındırıyor. Bu iki dünyanın arasında büyümek, bana kimliğin değişmekten korkmamakla, köklerin ise nereden geldiğini unutmamakla ilgili olduğunu gösterdi.

– Avrupa’nın tam ortasında, savaşın gölgesinde şarkı söylüyorsunuz. Ukrayna’da süren savaş, Gazze’de işlenen insanlık suçu, soykırım ve dünyanın giderek sertleşen atmosferinde sahneye çıkmak, barıştan bahseden melodiler söylemek size neler hissettiriyor? Müziğiniz bu karanlık dönemde bir tür direnç mi ya da bir “iyileşme dili” mi oldu? 

SİNEM VURGEÇ – Ukrayna’da süren savaşın, Gazze’de yaşanan insanlık suçunun gölgesinde müzik yapmak, ister istemez insana “Ben bu dünyanın neresindeyim?” sorusunu sorduruyor. Ve sanırım yanıt, tam da müziğin içinde saklı. 

Benim için müzik, hem direnç hem de iyileşme dili.

Direnç, çünkü bu kadar yıkımın ortasında bile ses çıkarmak, var olduğumuzu, hâlâ inanabildiğimizi göstermek anlamına geliyor. 

İyileşme dili, çünkü müzik bazen kelimelerin ulaşamadığı yerlere dokunabiliyor; kalpleri birbirine bağlayabiliyor, iyileşirken tekrar tekrar ardımızda bırakacağımız dünyayı ve yaşamı sorgulatıyor.

Barıştan bahsetmek bugün belki romantik ya da safça bulunuyor olabilir ama ben inanıyorum ki barış, hâlâ en cesur kelime. Sahneye çıktığımda, şarkılarımda  göçten kayıplara kadar uzanan, bu durumda da savaşları ve yaşanmışlıkları tarih içinde vurgulayan hikâyeleri okuyorum.

Müzik, karanlığın içinden geçen bir ışık gibi küçük ama yön gösteren, kırılgan ama vazgeçilmez, her daim uyandırıcı niteliği olan bir yol benim için.

– Dijitalleşen dünyada artık yapay zekâ destekli “sanal sesler” bile sahnede. İnsan sesiyle duygunun yerini algoritmaların aldığı bir çağda, siz sahnede hâlâ duygunun sıcaklığını, nefesin titreşimini taşıyorsunuz. Bu dönüşümden nasıl etkileniyorsunuz ya da etkileniyor musunuz? Müziğin “insan” tarafı sizce nasıl korunabilir?

SİNEM VURGEÇ – Dijitalleşme müziği dönüştürdü, hatta belki “yeniden tanımladı” diyebilirim. Artık ses dediğimiz şey, sadece bir bedenden çıkan titreşim değil; veriye, kodlara, yapay zekâya dönüşebiliyor

Bu konu açıkçası benim için  ürkütücü, çünkü insan sesinin taşıdığı kırılganlığı, nefesi, duygunun o anlık rastlantısallığını kaybetme tehlikesi var.

Ben sahnede, insan sesinin hâlâ ne kadar canlı, gerçek ve dokunaklı olabileceğini hatırlatmak istiyorum. Mikrofonun arkasındaki o nefes, ses tellerinin en ufak titremesi, bir duygunun çıplak hali… Bu tarz motifler bana göre algoritmaların kopyalayamayacağı şeyler. Çünkü duygu, sadece doğru notayı bulmak değil; o notanın neden yanlış ya da eksik hissedildiğini de anlamakla ilgili.

Yapay zekâ destekli seslerin varlığına karşı değilim. Ben onları bir araç, bir olasılık alanı olarak görüyorum. Ama müziğin “insan” tarafı, bence hatasında, yavaşlığında, bazen kontrolsüzlüğünde saklı. Mükemmel olma çabası yerine, samimi olma cesaretini koruyabilirsek, o sıcaklık kaybolmaz.

Sonuçta müzik, hâlâ bir kalpten diğerine giden en doğrudan yol. Ve o yolu hiçbir algoritma tam olarak inşa edemez. 

Almanya gibi çokkültürlü bir coğrafyada Türkçe şarkılarla sahne almak… Sizce Türkçenin tınısı, yabancı dinleyicilerde neden bu kadar karşılık buluyor? Müziğinizin Alman ve diğer topluluklar arasında da sevilmesini neye bağlıyorsunuz?

SİNEM VURGEÇ – Türkçenin tınısı, içinde taşıdığı duygusal derinlikten geliyor. Türkçe, melodik bir dil, kelimeler neredeyse kendi başına şarkı söyler gibi akar. O yüzden anlamını bilmeseler bile dinleyiciler, o titreşimi, o duygusal yoğunluğu hissediyorlar. Çünkü müzikte kelimelerin ötesine geçen bir enerji var; sesin rengi, nefesin içindeki sıcaklık dinleyiciye doğrudan geçiyor.

Almanya gibi çokkültürlü bir ülkede Türkçe şarkılar söylemek, bazen bir köprü kurmak gibi hissettiriyor kendisini. Hem kendi köklerimle bağımı koruyorum hem de bu coğrafyada büyümüş biri olarak başka dillerle, başka duyarlılıklarla buluşuyorum. Almanya’da farklı topluluklardan dinleyicilerin müziğimde kendilerinden bir şey bulmalarını da buna bağlıyorum, çünkü müzikte samimiyet varsa, dil bir engel olmaktan çıkıyor.

Bir şarkının duygusu evrenselse, dinleyici o duyguyu kendi hikâyesiyle birleştiriyor, tanıdık hisler melodileri tek bir dile çeviriyor. Belki kelimeleri anlamıyor ama özlemi, hasreti, umudu duyuyor. Ben sahnede bunu çok net hissediyorum: Bir kelimenin anlamı değil, kalpten gelen ses yankılanıyor. Ve o ses, nereden geldiğimize bakmadan hepimizi aynı noktada buluşturuyor. 

Son dönemde Almanya’da aşırı sağın yükselişi, sanatçıların üzerinde görünmez bir baskı da oluşturuyor.“Yabancı” ya da “göçmen kökenli” sanatçı kimliğiyle bu dönemde sahnedesiniz ve ister istemez de toplumun nabzını tutuyorsunuz. Sanatla bu iklimde nasıl bir duruş sergilenebilir ki?

SİNEM VURGEÇ – Almanya’da aşırı sağın yükselişiyle birlikte “yabancı” ya da “göçmen kökenli” kimliği taşımak, bazen görünmeyen ama derinden hissedilen bir yük gibi. İnsan, sadece müziğini değil, varlığını da savunmak zorunda kalıyor. Ama ben bunu bir geri çekilme nedeni olarak değil, aksine sesimi daha güçlü duyurma sorumluluğu olarak görüyorum.

Sanat, özellikle böyle zamanlarda, siyasetten daha doğrudan konuşabiliyor. Ben sahnede nefretin karşısına empatiyi, önyargının karşısına hikâyeyi koymaya çalışıyorum. Çünkü müzik, kutuplaşmanın tersine, ortak bir alan açıyor. İnsanlar aynı dili konuşmasalar bile aynı ezgiye dokunabiliyorlar ve bence bu, sanatın en güçlü politik yanı.

Kendimi “direnişçi” bir sanatçı olarak değil, “hatırlatıcı” biri olarak görüyorum. Ülkemin her köşesinden okuduğum şarkılarda, bizlerin burada sadece göçmen değil, bu toplumun da bir parçası olduğumuzu, kültürümüzle, dilimizle, emeğimizle bu ülkenin sesine katkı yaptığımızı hatırlatıyorum.

Bazen bir konser salonunda yüzlerce insanın birlikte Türkçe bir şarkıya eşlik ettiğini yaşadığımda, bunun aslında sessiz ama çok güçlü bir cevap olduğunu hissediyorum. Sanat, nefretin karşısında en zarif ama en kalıcı direnç biçimi olmaya devam ediyor ve bu şekilde umarım ardımızdaki jenerasyonlara bu yaratıcı bayrağı teslim edebiliriz. 

– Sizi genellikle ilerici, demokrat, sosyal sorumluluk taşıyan platformlarda görüyoruz. Barış temalı projelerde ya da kültürler arası konserlerde yer alıyorsunuz. Bu bilinçli bir tercih mi? Sanatçının toplumsal sorumluluğunun bir sınırı var mıdır size göre?

SİNEM VURGEÇ – Evet, bu tamamen bilinçli bir tercih. Ben müziği hiçbir zaman sadece “estetik bir ifade alanı” olarak görmedim; aynı zamanda bir vicdan, duygu farkındalık alanı olarak da gördüm. Dünyada bu kadar adaletsizlik, eşitsizlik ve acı varken sahneye çıkmak, ister istemez bir duruş meselesi haline geliyor.

Barış temalı projelerde, kültürler arası konserlerde yer almak, benim için bir misyon değil, bir ihtiyaç. Bu olmadan müziği ifade edebilme şansım yok. Çünkü ben müziği, insanların birbirini anlaması için önemli ve kalıcı duygular besleyici bir dialog aracı olarak görüyorum.

Sanatçının toplumsal sorumluluğunun sınırı, aslında kendi vicdanının sınırıdır. Hiç birimiz aynı biçimde politik olmak zorunda değiliz; ama dünyada  yaşananlara kayıtsız kalmak sanatla eşleşmez, bunu gösterme biçimini her sanatçı kendi sınırı ya da sınırsızlıkları ile sahneye, platformlara taşımalı. 

Sanat, toplumsal gerçeklikten beslenir. Yani sokakta olan bitene gözünü kapattığında, sanatın da ruhu eksilir.

Benim için önemli olan, sanatın insanı daha adil, daha merhametli, daha açık yürekli kılabilmesi. Eğer müzik bunu bir kişide bile başarabiliyorsa, o zaman görevimi yerine getirmişimdir.

Barıştan, eşitlikten, dayanışmadan yana bir ses olmak, bazen riskli olabilir ama sessiz kalmak çok daha ağır bir yük. Sonuçta biz sanat ve müzikseverler kelimelerle değil, duygularla konuşuyoruz ve o duyguların içinde sorumluluk da, umut da, direniş de var.

Almanya’daki Türk müzisyenler sahnesi bugün oldukça zengin ve üretken. Siz de birçok projede farklı müzisyenlerle buluştunuz. Bu sahneyi nasıl tanımlarsınız? Aranızda bir “kolektif ruh” ya da kültürel dayanışma duygusu var mı?

SİNEM VURGEÇ – Farklı şehirlerde, farklı sahnelerde yer alan, Türk müziği icra eden birçok müzisyen dosta sahibim. Stuttgart şehri olarak da ayrı bir zenginlik taşıdığımızı düşünüyorum.

Her biri birbirinden kıymetli ve şahsi profili ile iyi işler çıkarmaya özen gösteren müzisyen arkadaşlarım var.

Birçok güzel projede, sahnede bir arada bulunduk, ortak güzel işlere birlikte imza attık. Müzik yapmak bir oluşum ve bir ilişki biçimidir müzisyenler arasında. Kalıcı ve güzel dostluklara yol açan izler bırakır. 

Bu tecrübede kendi şehrimde çok şanslı olduğumu düşünüyorum, bu dayanışmanın ve kültürün, kollektif duygunun kanıtı bir araya geldiğimizde her fırsatta bedelsiz müzik ruhu ile spontan sahnelerde buluşmadan geçiyor.

Kültürler üstü dil olan ortak dili müziği ve böylelikle aynı kalbi paylaştığım çok güzel sahneler oldu Stuttgart’ta, çok şanslıyım.

Hem sahnede hem sosyal hayatta aktif bir insansınız. Sosyal pedagog kimliğinizle insan hikâyelerini dinliyorsunuz, müzisyen kimliğinizle anlatıyorsunuz. Bu iki alan birbiriyle nasıl konuşuyor? Birini diğerine dönüştürdüğünüz anlar oluyor mu?

SİNEM VURGEÇ – Pedagoji ve müzik iki farklı dil gibi görünseler de, bu iki kimlik sürekli içiçe bir dialog halinde benimle. Sahnede , şarkı söylerken seyirciyi duymak ve hissetmek, inanılmaz bir empati ve duygusal zeka pratiğidir.

Bu becerimi mesleki olarak da kullanırım.

Sahne, kendim olabildiğin duygularımı saklamadan ifade ettiğim bir alan. Genellikle mükemmel olmak zorunda olmadığım, kırılganlığın da bir güç olduğunu sahneye taşımaya çalışırım.

Tıpkı güncel hayatta  gençlere aktarmaya çalıştığım ince nüanslar gibi.

Gözlemle beslenen mesleğim, sadece söyleneni değil, söylenmeyi de duyabilmekten geçiyor.

Sahnede seyirciyi iyi hissettirme ve diyalogda kalabilmek, bir şeylerin o an duygularla  inşa etme çabası benim için çok önemli.

Ve tüm bu içerikler mesleki donanımımdan hiçte uzak değil.

Sahnede kendime toplumda olduğu gibi güvenli bir alan yaratıp, duyguların özgürce ifade edilebileceğini yaşatmaya çalışıyorum.

Tıpkı pedagojide kendi güvenli alanımızı duygu ifadesi ve cesaretle inşa ettiğimiz gibi.

Mesleğim müziğim bir parçası.

Almanya’daki Türk dinleyici kitlesini nasıl tanımlarsınız? Sizce burada yaşayan Türk kökenli izleyiciler müziğe nasıl yaklaşıyor? Çok söylendiği gibi, popüler kültürün daha kolay tüketilen ürünlerine mi yöneliyorlar? Bir başka deyişle: Sizce Almanya’daki Türk izleyici profili değişiyor mu? Yeni kuşaklar, ikinci ve üçüncü nesiller, Türkçe şarkılara farklı bir gözle mi bakıyor artık? Türkçe müzik onlar için nostalji mi, kimlik bağı mı, yoksa sadece bir ses güzelliği mi?

SİNEM VURGEÇ – Benim gözlemim şu: Buradaki 60’lar, 70’ler, 80’ler, 90’lar döneminden gelen dinleyici, müzikte samimiyet arıyor. İster pop, ister caz, ister türkü olsun eğer o müzik gerçekten bir hikâye anlatıyorsa, dinleyici bunu hemen hissediyor. Çünkü göç deneyimiyle büyüyen insanlar, duygunun sahiciliğine çok duyarlı. Onlar için müzik sadece eğlenmek değil; hatırlamak, bağ kurmak, bazen de iyileşmek demek.

Dolayısıyla ben bu kitleyi “duyarlı” olarak tanımlıyorum. Popüler olana açıklar ama anlamı da önemsiyorlar. Ve bence bu, Almanya’daki Türk müzik sahnesinin en umut verici tarafı.

Yeni kuşaklar bence bir çok eserimizi kendi tarihlerini ve hikayelerini yine kişilik ve aidiyet arayışında cevap bulmak için hayatlarında tutuyor. Tabii gelişen çağ ve digital soundların etkisini onların hayatlarının bir parçası olarak gördüğümde, eski yeni ile harmanlaşmış düzenlemeler onların daha fazla ilgisini çekiyor. 

Her şeye rağmen ticari tatmin için alternatif bir müzik arayışının da sürdüğünü düşünüyorum. 

Popüler kültür her yerde olduğu gibi burada da etkili, kolay tüketilen, sosyal medyada hızla yayılan müziklere büyük bir ilgi var. Özellikle ikinci ve üçüncü kuşak gençler, kimliklerini sadece nostaljiyle değil, kendi çağlarının sesleriyle ifade etme peşindeler.

Almanya’daki Türk sivil toplum örgütleri oldukça aktif ve çok sayıda. Siz bu yapıları kültürel üretim açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk müziğinin burada kök salmasında bu örgütlerin, derneklerin, kültür merkezlerinin rolünü nasıl görüyorsunuz?

SİNEM VURGEÇ – Bu gerçekten çok güzel bir soru. Benim ilk sahne tecrübelerim Stuttgart’taki çeşitli derneklerin kültür gecelerinde oluştu. Verilen her fırsat beni bir adım öne götürdü. Yapılan tüm organizasyonlar her zaman belli bir konuyu ve çeşitli kitleleri ve düşünce duruşlarını hedef alıyor. Bu bağlamda derneklerin toplumda çok önemli ve birleştirici bir  fonksiyonu var. Sanat, edebiyat ve farklı değerli konukları bizlerle buluşturan dernekler sadece organizasyonla kültürel bir iz bırakmakla kalmayıp yeni insanlar tanımama vesile ve müziğimi de başka sahnelere taşımama sebep oldu.

Tek başıma sosyal medyada tek gitar ile aldığım oda kayıtlarımdan bugün çeşitli sahnelerde müzik grupları ile profesyonel bazda yaptığım işlerle, topluma ve arkamdan gelecek gençlere örnek olup iz bıraktığımı düşünüyorum.

Sanat adına bir şeyler yapıp yaratmak isteyen tüm kişilere güzel olanak sunan derneklerin verdiği fırsat sayesinde, tüm çeşitliliğimizi ortaya dökme şansına sahibiz. Yaptıkları organizasyonlar kimliğimizi koruma ama bir o kadar da yaşadığımız ülkede kendimizi tanıtma adına ayrı ayrı kıymetli.

Özellikle genç kuşaklar için ne tür mesajlar vermek istersiniz? Barış ve umut mesajlarınızın yanında, onların kendi kültürlerine, dillerine ve sanatlarına dair nasıl bir çağrınız olurdu?

SİNEM VURGEÇ – Yaşamın inanılmaz hızlı geliştiği bir çağda, hızlanmak ve her şeyi sonuca bağlayarak yaşamaya çalışan bir toplum hayatı içine dönüşmek bir gerçeklik artık.

Yavaşlamayı ve sıkılmayı unutan bir jenerasyon gelişiyor. Halbuki sıkılmak, sıkıcı dakikalara sahip olmak yaratıcılığın nadas hali. Onlara, kendilerine yeterince zaman ayırmalarını, biraz bu konular üzerine de düşünmelerini de tavsiye edebilirim.

Ben her çocuğun ve her gencin kişisel dinamiğini taklitlerden sakınarak sanatla ortaya dökebileceğine inananlardanım. 

Hepimizin kökleri bir yerlere uzanıyor, bunu araştırıp hissetmek ve bulmak çok maceralı ve nefis bir yolculuk, bu yolculuğa vakit ayırıp çıkmalarını öneririm. Yolculuklarının sonunda başkalarının hikâyelerini değil, sadece kendi hikayelerini sahneye taşımalarını ve yaşamalarını diliyorum.

“Sinem Vurgeç Music” geçmişin kadın seslerine de özel bir alan açıyor. Seyyan Hanım’dan bugüne uzanan o güçlü kadın çizgisini siz nasıl yorumluyorsunuz? Müziğinizde kadın olmanın sesini ve direncini nasıl ifade ediyorsunuz?

SİNEM VURGEÇ – İmkânsızlıklar içinde büyük hikâyeler yazan güçlü sanatçı kadınlara sahip bir kültürün kızıyım. Yukarıda da bahsettiğim gibi araştırmacı yolculuğumda ve çevremdekilerin etkisiyle geçmişin sayfalarını açıp bunu güncelliği taşımak, o dönem iz bırakanların verdiği mesajı devam ettirmek, benim için icra ettiğim sanatın vazgeçilmez  bir parçası. 

Belki biraz klişe olacak ama kadınların sahip olduğu binlerce renk ve tarih içinde sergiledikleri mücadeleci duruşları benim örnek aldığım en önemli güç. 

Türkiye değişik tarihsel dönemlerde kaosu yaşamış ve sanatın her dalı kendi içinde bu değişimi taşıyarak bizlere ve günümüze uzanmış birçok güçlü sanat  kadınını ve hikâyesini bize bırakıyor.

Onların eserlerini ve duruşlarını kendime örnek alıp kendi tarzımla bir sahne fotoğrafı ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Onların hayat hikâyeleri ve sanatları olmasa, besleneceğimiz ne içsel duruşu, ne direnişi, ne aşk’a bağlılığı, ne toplumsal mesajlara hassasiyeti ne de dilimizin yansıttığı duygusal çeşitliliğin örneklerini günümüze kadar taşıyamazdık.

En büyük ilham kaynaklarım Türkiye’nin hikâyesiyle tarih yazmış güçlü kadın sesleri.

Müziğimde kadın olmak, normal hayatta sergilemediğim biraz da çekinerek gizlediğim bu doğamı, sesim sayesinde sahnede tüm bütünlüğümle yaşatmama sebep oluyor.

Aslında sesimi kendim için bir sihirli değnek gibi buluyorum.

Bambaşka bir dünyada küllerinden yeniden doğan tüm kadınlar gibi onlarla onlar için.

Son soru: “Sinem Vurgeç Music” adı altındaki projenizle hedefiniz nedir? Müziğinizin geleceğini nasıl hayal ediyorsunuz? Bir gün bu projenin evrileceği yönü düşündüğünüzde, o sahnede hangi duyguların izini sürmek istersiniz?

SİNEM VURGEÇ – Sinem Vurgeç Music aslında bir “duo proje” olarak ortaya çıktı.
İsim konusunda uzun süre düşündük ve sonunda “Sinem Vurgeç Music” adında karar kıldık. “Duo” ifadesi bize fazla dar geldi; çünkü sahnemize farklı müzisyenleri de davet edip daha çeşitli üretimlere kapı açmak istedik. Bu yüzden ismi daha geniş tuttuk.

Başlangıçta bir ikili proje olarak tasarladığımız bu oluşum, farklı müzisyenlerle işbirliği yaparak zenginleşen bir yapıya dönüştü. İkili performanslarımızın yanı sıra, müziğin insanları bir araya getirdiği, paylaşımı ve duyguyu öne çıkaran atmosferler yaratmayı hedefliyoruz.

Belirli bir grup formuna sıkışmak bize kısıtlayıcı geliyor; çünkü müziğin yelpazesi çok geniş ve biz ona haksızlık etmek istemiyoruz.

Temelde duo olarak yürüttüğümüz proje, artık çok daha büyük bir vizyona sahip. Bugün geldiği noktada bu evrimi büyük bir heyecanla izliyor ve sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum. Uzun süreçte müzikle kalmayı arzulayıp Almanya’nın her bölgesinde bir sahnede bulunmuş olmak beni çok mutlu eder. 

Hayallerimi gerçeğe dönüştürmek için böyle bir röportajın güzel bir ilk adım olduğunu da ekleyerek… Bu ilginiz için size teşekkür etmek istiyorum.

IŞIN ERTÜRK – STUTTGART 

SOSYAL MEDYA

DUYURULAR