Kitapların biri bitmeden diğeri raflara çıkıyor. Türkiye kökenli ve Almanca yazan yeni bir kuşaktan söz ediyoruz. Türkiye ve Türkçe ile Almanya ve Almanca arasında, çok özel bağlar olduğu, bunun da 65 yıllık bir kitlesel emek göçü sürecinin olağan sonucu olduğu ileri sürülebilir. Öyledir. Elbette öncesi de var. Ama iş çok trajik bir noktaya gelip dayanmış bulunuyor.
Nereye mi?
Cumhuriyet Türkiyesi’nin geri bir diktatörlük, hatta 1923’ten itibaren bir “anomali” (kimilerince tam bir cehennem) olduğuna en çok inanan ve bunu propaganda edenler örneğin “Alman” değil, o Türkiye’yle bir biçimde doğrudan “iltisaklı” yazarlar. Almanca yazan Türkçelilerin, Türkiye’deki cumhuriyet rejimine coğrafi uzaklığı çoktandır tam boy bir karşıtlığa dönüşmüş durumda. Bu doğrultudaki kitaplar, belgeseller bitmek bilmiyor. Bu, iyidir. Çünkü er ya da geç bir tartışma ortamı doğuracaktır.
Bu tür kitaplardan biri Güner Yasemin Balcı’nın “Yurdum” diye biraz zorlanarak çevirebileceğimiz kitabı “Heimatland”. Balcı, doğma büyüme Berlinli bir gazeteci ve yazar. Bir otobiyografi olarak kaleme aldığı bu kitabında, Almanya’daki toplumsal sistem değil, neredeyse sadece İslamcılar ve onlara hoşgörüyle yaklaşmanın sakıncaları işleniyor. Kitabın “yukarıdakilere yönelik” yegâne eleştirel doğrultusu, böyle özetlenebilir. İşin gerçeği, bu kitap Alman demokrasisine sınırsız bir övgü. Bir “cenneti koruma hırsı” da denebilir.

Buna hakkı yok mu?
Bakış açısına bağlı olarak, elbette her yazarın istediği toplumsal sistemi övme hakkı vardır. Ama bu övgüyü, hele sınırsızlığa komşu ise, acaba eleştiri olarak sunması doğru mudur? Bu, bir soru.
Ayrıca daha acı bir şey var: Böylesi “sınıfsız imtiyazsız” bir demokrasiye övgüler, bu toplumda bir yerlere gelebilmek için, aydın tanımını sıfırlayacak kadar açık bir hınçla sergilenmekte ve istenen sonuçları vermektedir. Ortada “yukarıdan bir yerlerden gelen” böyle bir talimat yok elbette, ama alınan sinyallerden, bu çift dilli insanların kendilerine eleştirel aydın tanımına çok uzak bir yer seçmek zorunda kaldığı sonucu çıkarılabilir.
GELİŞKİN VE KIVRAK ALMANCALARIYLA GENÇ KUŞAK YAZARLARIMIZ
Biraz karışık mı oldu?
Daha açık söyleyelim ve iyi formatlanmış, gerçekten kıvrak bir Almancayla “kaleme alınmış” bu otobiyografiyi örnek alalım: Güner Yasemin Balcı’nın yaz sonunda çıkıp birkaç hafta çok satan kitaplar listesinde yer alan, yazarına ana akım medyada ve onun muhalifi sayılan/sanılan bazı liberal sol köşelerde epey bir övgü biriktilen kitabı, bir hareket noktası olabilir. Bu kitap, doğrudur, tam anlamıyla bir otobiyografi. Özyaşamöyküsü diyoruz. Türkiye kökenli, ama cumhuriyetçi Türkiye’den ve onun aydınlanmacı kurucu babalarından hiç hoşlanmadığı, cumhuriyette daha en başından itibaren sadece katliam-soykırım vs. gördüğü anlaşılan yazarı, Almanya’daki toplumsal-siyasal ve hatta ekonomik sisteme övgüyü akıcı bir dille kitaplaştırmış bulunuyor.
Bundan sonra böyle olacağı anlaşılıyor.
Doğal, dedik. Çünkü Türkiye, 1961’den itibaren Almanya’ya yıldan yıla büyük bir hızla büyüyen emek ihracının aslında bir başka şey daha içerdiğini, acı bir biçimde anlamak durumundadır: Türkiye sadece yoksullarını değil, onlarla birlikte yasaklı ve gizli tarihini de ihraç etmişti. İslamcılık, Türkçülük, Kürtçülük, Rum ve Ermeni milliyetçiliği ile bağlantılı soykırım suçlamaları, komünistlik/sosyalistlik, demokrasi yoksunluğu… Bu gizli tarih, Almanya’da serpilen ilk kuşak üzerinde, cumhuriyetçi ve solcu eğilimlerin gücü nedeniyle başlarda fazla etkili olamamıştı. Yani 1960’lar ve 1970’lerde Türkiye’de ağaçlar bile sola eğilirken, o rüzgâr buraları da etkisi altına almıştı. Köln’deki 1973 tarihli ünlü “yasadışı” Ford grevi buna bir örnektir. Almanya’daki Türkiye’de o zamanlar dizginler, ilerici güçlerin elindeydi. 1980’lerden itibaren bu hava döndü. 12 Eylül 1980’den sonra, faşizme karşı “tekelci kapitalizmin demokrasisi” arkaya alınarak Türkiye’nin 1923’ten itibaren bir anomali olduğu “fikrisabiti” yerleşmiş görünüyor. İşte bu akım, kökleri Türkiye’de olmayan yazarların değil, Türkiye ile bağlantılı kalemlerin ürünü.
Tarihin nasıl intikam aldığını böyle de görmek mümkün.
Balcı, Berlin demokrasisini yere göğe koyamadığı kitabında, nasıl bir kuşak yetiştirildiğini de açıkça görmemizi sağlıyor. Özet verme hakkımız var: Türk, Arap, Afgan vs. İslamcı çevreler Almanya’nın hoşgörü kanatları altında serpilmiştir ve özellikle genç kadınlarını rahatça baskılayabilmektedir. Almanya’nın eleştirilecek tek yanı herhalde budur. Güner Balcı’nın kitabından bir başka sonuç veya özet çıkarmak güç.
YANLIŞ DEĞİL, AMA…
Gözlemlerin yanlış olduğunu söyleyemeyiz. İslamcılığın insanı paramparça edeceği, kadını bu dünyadan sileceği saptaması da doğrudur. Aydınlanma, kadın, çocuk ve emek düşmanlığında sınırı olmayan bir ideoloji bu. Peki, ya sonra?…
Eğer dikkat edilmezse, tam da böyle bir bakışla ve tutumla, toplumsal hiyerarşide ve/veya “müesses nizam”da bir yerlere gelmek mümkün. Hatta kolay. Tekelci kapitalizmin demokrasisinde, az gelişmişinde de çok gelişmişinde de aynı toplumsal-siyasal yasalar geçerlidir: Cennet buradadır ve cehennem hep başkalarıdır; daha doğrusu cehennem, bağımlı vasallardır. Onlar hep geri ve gericidir.
Dersimli bir ailenin Berlinli kızı Güner Balcı, babasını anlatırken, Almanya’nın bu insanlar için “bir düzen ülkesi” olduğunu, “güvenli iş sözleşmeleri, sıcak konutlar” anlamına geldiğini belirtiyor. Annesi ise “Almanya bizi kurtardı, keyfilikten ve cehaletten kurtardı. Almanya hayatımıza ışık getirdi” diyor. (s. 31-32)
Gerçekten de her yönüyle hayranlık uyandıran bir ülkeye ve bir “gecikmiş” başkente böyle bakıyordu ilk kuşak. Ancak aydınlanmacı parçaları henüz tümüyle silinememiş, kuruluşuna mecburen içkin bazı kamucu yanları olan bir Türkiye’den geliyorlardı. Zamanla bu yankılar silinmeye yüz tutmuş olabilir. Soru, şu: Acaba Balcı ailesindeki bu “temsili” hayranlıkta eşine pek sık rastlanmayan bir özgün manipülasyon mu saklı? Bu kitapta böyle şeylere yanıt bulamıyoruz. Ama bir hayranlığın ikinci ve üçüncü kuşağa nasıl miras kaldığını ve nasıl bir boyut kazandığını görebiliyoruz.
Bir emekçi onuru ve haklılığının tümüyle silindiği, bunun da kimlikçi ideolojilere sığınarak yapıldığı söylenebilir. El konulan artıdeğeriyle sermayeyi, yani şirket sahiplerini ve üst düzey yöneticilerini semirten değil, onların kurduğu işyerlerinde küçük ücretlerle çalışmasına olanak verildiği için şükran duygularıyla yüklü “garibanlar”, tarihe damgasını vurmuş görünüyor. Dev şirketler Almanya’sında plütokrasiye, bu zenginler rejimine hayranlık, acaba Türkiye’ye nasıl yansıyacaktı? Ona bir “Anomalie” olarak bakmayı kolaylaştıracak mıydı? Maalesef bu otobiyografide iç açıcı bir yanıt bulamıyoruz. Öyle görünüyor. Belki de bu nedenle çok övülüyor.
BİR HAYRANLIĞIN OTOPSİSİ İÇİN İPUÇLARI
Şu sıralarda Berlin-NeuKölln’de bir uyum sorumlusu olarak uzmanlık hizmeti veren Balcı’nın, emekçi anne ve babasından devraldığı Almanya (“kurtuluş”) hayranlığını, onu koruma içgüdüsüyle bir üst aşamaya çıkardığı söylenebilir. Örneğin, bu cennetin huzurunu bozmaya yeltenen İslamcılara bakışında ciddi sorunlar var. Şeriatçılığın Alman başkentinde bile “beslendiğini” kitapta görebiliyoruz, ama bunun bir devlet politikası olup olmadığı sorusu boşluktadır. Bu topa girmek istememesi herhalde normaldir. Balcı’ya göre, ki bu konuda haklıdır, özgürlükçü solcuların, İslamcı şiddetin Almanya’da mesafe kaydetmesinde, korkulan bir baskı grubuna dönüşmesinde bir rolü var. Bunu sık sık vurguluyor. Araya kolektivizm tiksintisini sıkıştırmayı ihmal etmeden tabii. (s. 39)
Balcı özellikle Müslüman ailelerin kızlarının yaşadığı büyük baskıyı işliyor. İslamcılığın toplumu kadınlar üzerinden cinselleştirdiğini (“Sexualisierung”), örneğin Cem Özdemir’in kızını rahatsız eden Müslüman erkeklere dikkat çektiğini araya sıkıştırarak hatırlatıyor. Yazarın, bu gözlemlerinde “olayı abarttığı” söylenemez. (s. 118-119) Az bile söylüyor. Sorun başka yerde.
Kıvrak Almancasıyla Balcı, farkında olmadan, toplumun ve kadının cinsel bir objeye indirgenmesini sadece İslamcıların bir marifeti saymış oluyor. Burada ifrat ile tefrit arasında gidip gelen “lodosçuların” bulunduğunu söylemek gerekir. Günümüzün neoliberal şirketler toplumunda, isteyen “plütokrasi” de diyebilir, insanın bir cinsel obje haline düşürülmesinde, İslamcıların eline çalışan bir kültür endüstrisinin (“medya”) başrol oynadığı galiba daha doğrudur. Biraz sosyal medyada dolaşmak ve bu kültür endüstrisinin altyapısını mülkiyet ilişkilerini ve “müşterilerinin” halini sorgulamak yeterli.
TOPLUMUN CİNSELLEŞTİRİLMESİ: SADECE İSLAMCILAR MI?
Günlük yaşamın, zengin Batı kapitalizminde, özellikle dijital teknoloji ve yapay zekâ sonrasında, bir “cinsel delirme” haline dönüştürülmediğini kim iddia edebilir? İslamcı gericilikle, parlak metropol özgürlüğünün, kadının ve aslında insanın esaretinde birbirini besleyen kaynaklar olduğunu görmek çok mu zor? Böyle bir karşılaştırmaya bu kitapta rastlayamıyoruz. Aynı madalyonun iki yüzüdür karşımızdaki oysa.
Bu sahnenin tuhaf bir tesadüfle 12 Eylül 1980 ve 1989 sonrasında yoğunlaştığını gösteren işaretler var. Özellikle “Hassprediger” (Nefret Vaizi) başlıklı bölümde Almanca bilmeyen ama Alman toplumunu aşağılayan İslamcı militanlar anlatılıyor. (s.193-208) Fakat biz burada da Türkiye’nin çeyrek yüzyılına mal olan İslamcı bir iktidarın kaynaklarını göremiyoruz. Balcı’nın bu kaynaklar gösterilse de buna ikna olmayacağı kitabından anlaşılıyor.
Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşunda yaşanan acılar, bu arada Dersim kökenli yazara ilginç bir reddiye halinde yansıyor. Ama en trajik olan, babanın Atatürk saygısına olan tepkisidir. Alevi toplumunun Türkiye’deki cumhuriyet rejimine desteği, yarım yüzyıl içinde tersine çevrilmiş ve Balcı tipi onlarca yazar-gazeteci üzerinden bir cehenneme, bir anomaliye destek olarak algılanmaya başlamıştır. Kenan Evrenci ve onun tamamlayıcı parçası olan İslamcı milliyetçiliğin bu doğrultuya epey kan verdiğini eklemek gereksiz. Ancak burada önemli olan Türkiye’deki siyasal iktidar değil. Burada önemli olan o siyasi iktidarlara en büyük dış desteğin nereden geldiği? Sakın Alman demokrasisinin de bu konuda bir desteği olmasın? Sorudur ve bu sorular Balcı için herhalde abesle iştigaldir.
LİBERAL SOLUN DESTEKLEDİĞİ İSLAMCILAR
Güner Balcı Almanya’daki kadın cinayetlerinde de Müslüman antisemitizminin bir kimlik oluşturarak etkili olduğu tezinde ısrarlı görünüyor. (s. 273) Alman solunun, ki “liberal sol” diye etiketleyerek gerici bir diğer kamp olduğu eklenebilir, İslamcı siyaset karşısındaki hatalarında da öyle… (s. 275) Ancak yazarın kendisinin de bu hataların dışında bir yeri aradığını söyleyemiyoruz.
Cumhuriyet Türkiyesi tarihinde yaşananlara, köylerin çözülmesine ve hatta Sulukule’deki gelişmelere sert tepkiler veren bir yazarın, Almanya’da kendi gelenekselliğini (“kimliklerini”) korumaya kalkan gericilere yönelik suçlamaları, en azından uygun görünmüyor. Değişmeye direnen sığınmacılar ve diğer göçmenler Balcı’nın gözünde suçludur. Ama Türkiye’de aynı gruplar haklıdır. Kapitalizm öncesi yapıların çözüldüğü ve bu arada 1945 sonrasında zaten Türkiye’nin cumhuriyetçi kuruluş ilkelerinden hızla uzaklaştığı bir dönemde yaşananları, bu arada Alman demokrasisinin büyük bir hazla desteklediği askeri darbeleri görmek ister mi? Kuşkulu.
Fakat bunlar var. Daha eleştirilecek ve hatta reddedilecek birçok yanı var bu kitabın. Ama bazı kaynaklara göre şu anda 4 milyonu aştığı kabul edilen Türkiye ile bağlantılı nüfusun bu ülkede yaşadıkları ve yaşayacakları açısından çok önemli bir otobiyografi bu. Böylesi yayınların çok daha artması gerekiyor ve görünen o ki, artacak.
Kökleri Türkiye’de ama Almanya’da sosyalize olmuş genç kuşağın sadece Türk-İslam gericiliği ile değil, buradaki gericiliklerle, özellikle de ilericilik diye sunulan tuhaf bir “demokratizmin” marifetleri üzerine daha çok konuşması yazması gerekiyor. Yaparlar mı? Bilemiyoruz.
Ancak Güner Yasemin Balcı’ya bu gerçekten güzel yazılmış kitabı için, şu açıdan özellikle teşekkür etmek gerekiyor: Biyografiler, otobiyografiler bu coğrafyada bir tarih oluşturmak ve yazmak için olağanüstü önemlidir. Edip Cansever’in unutulmaz şiiri “Mendilimde Kan Sesleri”ndeki gibi, “İnsan yaşadığı yere benzer” madem, yeni mekânın bütün “dışarlıklı” aktörlerini anlatmak zorundayız.
Bu resimlerin, bu enstantanelerin çoğalması ve mutlaka tartışılması gerek.
OSMAN ÇUTSAY
FOTO: Pete Linforth / Pixabay
