Türkiye, her anlamda tüm çatışmaların ve tartışmaların ortasında yer alıyor. Anadolu ve yarattığı binlerce yıllık kültür coğrafyası, iktidar sahipleri ne derse desin, geçmişinden gelen ağır mirasla sürekli yeni sorular üretiyor. Ezici çoğunluğu yanıtsız, ama tuhaf sinyaller yayan sorular bunlar.
Bu tür soruların sahiplerinden biri de Dr. Eberhard Zangger. Avrupa Kültür’e daha önce de konuk olan Dr. Zangger, arkeolojinin nereye gittiğini, bu alanda su başlarını tutmayı başaranların açık düşmanlığını da üzerine çekerek, “çok sevimsiz” bulunan yanıt önerilerini geliştirerek çalışmalarını sürdürüyor. Bunu sadece Avrupa dillerinde yapmıyor elbette. Türkçe de çalışma alanları içinde yer alıyor. O nedenle Luvi uygarlığı veya coğrafyasıyla ilgili araştırmalarını toplayan yeni sitesinde (www.luwianstudies.org) Türkçe bölümü de var. Bu arada geçen yıl önce İngilizce (“The Luwian Civilization”) daha sonra da Almanca (“Die luwische Kultur”) olarak yayımlanan kitabının yakınlarda Türkçe olarak da piyasaya çıkacağını duyuruyor. Ancak bu kitabın basım ve dağıtımının ne zaman yapılacağını kendisinin de bilemediğini, dolayısıyla kesin bir tarih veremeyeceğini söylüyor. Eberhard Zangger, tezlerinin ve çıktığı yolun Türk toplumu tarafından da bilinmesini istiyor.
Kendisi gerçekten tevazu sahibidir ve çalışmalarının anlamı üzerine, kendi alanını aşan saptamalarda bulunmak istemiyor. Hümanist geleneğin bu ısrarlı sürdürücüsü, arkadaşlarıyla birlikte yürüttüğü ve kendisinin de pratikte henüz yeterli bir ağırlığa sahip olmadığını düşündüğü araştırmaların, Türkiye’nin temellerini yakından ilgilendirip ilgilendirmediği tartışmalarına hiç girmek istemiyor. Günümüzün modern bir Luvi ülkesi olarak nitelenebilecek Türkiye’den çalışmalarına yönelik “destek ve kösteklerle” ilgili sorumuza yanıtı, yeni sorulara gebedir:
“Bir arzum hep, 3000 yıl önceki olaylarla günümüzdeki ulusal devlet yönelimli politikayı tamamen birbirinden ayrı tutmak oldu. O zamanlar neler yaşandığının şimdiki zamanla hiçbir ilişkisi yok. Bence arkeoloji, bugün hâlâ daha yegâne araştırma disiplini olarak ulusal yönelimlerin büyük acısını çekmektedir. Sömürgeler döneminde bu yaklaşım belki siyasi olarak yardımcı olabilirdi, ama bugün artık sadece anakronik bir şeydir. Araştırma, bilginin genişletilmesidir ve bilginin yayılması, tüm insanlara daima aynı ölçüde hizmet eder. Çok acil uluslararası arkeolojik araştırma kurumlarına ihtiyacımız var.”
SUSKU KOMPLOSU?
Eberhard Zangger, tezleriyle ortaya çıktığından ve sahneyi dağıttığından bu yana bir susku komplosu ile de çarpışmak zorunda kaldı. Bu komplonun devam ettiğini ve sonuçsuz kalmadığını söyleyebiliriz. Özellikle Türkiye’deki arkeologların, tezleri ve araştırmalarından çıkan sonuçlar karşısında “kör ve sağırı oynamaları”, Dr. Zangger’i abartılı çıkışlar yapmaktan alıkoyuyor olabilir. Yine de Küçük Asya dediğimiz Anadolu tarihinin ilk kuşak araştırmacıları karşısındaki mütevazı yerinin bilincinde olduğunun altını çiziyor:
“Kendimi Küçük Asya’nın tarih öncesini araştıran arkeolojinin öncüleri safına yerleştirme duygusuna uzağım. Ama Frank Calvert, Hugo Winckler, Emil Forrer, James Mellaart gibi isimlerin kaderlerine bakınca hepsinin zor bir yaşamı olduğu hemen göze çarpar. Bunun yanında, eğer bu insanlar olmasaydı, Küçük Asya’nın bronz çağı hakında hemen hemen hiçbir şey bilmeyecektik.”
Dr. Zangger, Avrupa Kültür’ün sorularına verdiği yanıtlarda, kendisine ister istemez bir otorite karşıtlığı yakıştırıldığını belirtiyor. Bundan çok rahatsız olduğu söylenemez:
“Üniversite bünyesinde araştırmacılık yoluna giren kişi, diğerlerinin lütufkârlığına bağımlıdır. Arkeolojik araştırma da son derece katı bir hiyerarşi içinde yapılmaktadır. Kazı yöneticileri, sonuç olarak araştırma malzemesinin dağılımını, yayınları, alınacak izinleri, konferans konuşmacılarını, araştırma paralarını, bursları ve çalışma yerlerini belirleyen insanlardır. Ben bu yapıların dışında hareket ediyorum. Kazı yöneticileri benim görüşlerimi reddediyorlar, çünkü otoritelerinin altını oyduğumu düşünüyorlar. Akademik araçların oluşturulmasında insanlar, doktora tezi yazanlar ve üniversite öğrencileri, kendilerini hep kendilerinden beklenenlere göre ayarlamak zorundadırlar. Akademik işleyiş maalesef düşünce çoğulculuğunu teşvik etmiyor. Hatta tam tersine bir durum söz konusudur. Bu da akademik işleyişin galiba en büyük zaafıdır.”
TROYA: BİTMEYEN EFSANE AMA…
Geçen yüzyıl içinde Küçük Asya arkeolojisinde önemli adımlar atıldığı da inkâr edilemez. Ancak bu adımlar, Zangger’e göre, örneğin Troya ile ilgili soruların bittiği ve yanıtların bulunduğu anlamına gelmiyor. Birçok eski soru geçerliliğini yitiriyor ve Eberhard Zangger eski sorulara bulunan yanıtlarla artık vakit yitirilmemesi gerektiğini savunuyor. Troya’daki kazılara da yeni sorular ışığında, yeni teknolojik araçlar ve yeni yöntemlerle yaklaşılmasını istiyor:
“Bence, Troya ile ilgili büyük sorular tıpkı 100 yıl önceki gibi, henüz tam bir yanıta kavuşamamış, açık sorulardır. Şehir ne büyüklükteydi? Halkın oturduğu evler ve çalışma yerleri nerede bulunuyordu? Troya’nın gücü ne kadardı? Liman neredeydi? Manfred Korfmann, Beşik Koyu’nun liman olduğunu söylemişti. Ama şu anda, suyun kalenin bulunduğu tepeye kadar ulaştığı ve gemilerin yanaştığı rekonstrüksiyonlar görüyoruz. Neden bu ticari mallar karada 10 kilometrelik bir yolu aşarak Beşik Koyu’na taşınmak zorundaydı? Troya üzerine son 20 yılda söylenen birçok şey benim için bir anlam ifade etmiyor.”
“HİSARLIK’LA İLGİLENMİYORUM ASLINDA!”
Ünlü Alman-Fransız ortak kültür kanalı Arte’de ocak ayında, Troya üzerine, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Rüstem Aslan’ın açıklamaları üzerine kurulu bir film gösterildi. Aslan, “Korfmann Okulu” da diyebileceğimiz bir çerçevede çeşitli bilgiler verdi. Eberhard Zangger, Avrupa Kültür’e bu yaklaşımın eleştirel bir değerlendirmesini yaparken, bulunduğu yerle mevcut anlayışın uzlaşmasının mümkün olmadığına da dikkat çekiyor:
“Rüstem Aslan, incelemelerini, selefi Manfred Korfmann gibi, Hisarlık tepesinde yoğunlaştırıyor. Arte’deki filmde de sadece bu kalenin bulunduğu tepe konu ediliyor zaten. Bronz çağının geç zamanlarındaki tabakalar, bugünkü yüzeyin metrelerce üzerinde uzanıyordu oysa. Bugün Hisarlık’ta kazılar yapmak, ameliyatla kesilip alınmış bir ayağa pedikür yapmak istemeye benzer.”
Eberhard Zangger, bugün Troya kazılarında neler yapılabileceği konusunda çok net görüşlere sahip:
“Geç bronz çağı tabakaları daha hâlâ alüvyon ovada bulunuyor, bunlar yüzeyin birkaç metre altında uzanıyorlar. Yapılması gereken şey, tepeyi değil, ovayı kazmaktır. Kaldı ki, Yunanistan’da Çingeneler bunu yapıyor. Çayırlara çadırlarını kuruyor ve Miken altını aramak için o çadırların içinde 5 metre derine kadar kazıyorlar. Eğer bir şey bulmak mümkün olmasaydı, herhalde böyle yorucu çabalar içinde olmazlardı.”
İLERLEME DURDURULAMAZ
Peki bütün bu susku komplolarından ve Küçük Asya arkeolojisi çerçevesinde yürütülen “bilimsel iç savaşlardan” ne gibi sonuçlar çıkacak? Küçük Asya arkeolojisinde su başlarını tatmayı başaranlar neyi savunabilir mesela? Neyi engelleyebilirler veya yeni bir şey bulmak için ne gibi yollar açabilirler? Bu konuda Dr. Zangger’in kendisine göre bir yol haritası olduğu anlaşılıyor:
“İlerlemeyi durdurmak için çaba harcanabilir, ama ilerleme durdurulamaz. Bir kapıyı kapalı tutmak da bir kuvvete gereksinim duyar. Bir sonraki odaya girmek için kapıyı açmak, bu kuvveti o odada etrafı gözlemek için kullanmak, çok daha anlamlıdır. Daha somut olarak, şöyle: İnsanlar birbirleriyle konuşmalı, birlikte çalışmalı, yayınlarda ve konferanslarda değişik görüşlere izin verilmeli, tartışmalar teşvik edilmeli. Arkeoloji, halkta, siyasetçilerde, para kaynağı sağlayacak olanlarda devasa bir sempati potansiyeline sahip olurdu. Ne yazık ki, bu potansiyeli bugün yeterince kullanmıyor.
“BİR UYGARLIK COĞRAFYASI, ETNİK GRUP DEĞİL”
Sadece Türkiye’nin değil, bütün bir batı düşüncesi tarihinin temellerini tartışmaya açan tezleriyle önce görmezlikten gelinen, hatta yerleşiklerin “artık kurtulduk” diyerek üzerine beton dökebildiklerini sandığı, ancak görmezlikten gelinmediği zamanlarda da fazla önemsenmeden tezleri ele alınan Eberhard Zangger, Luvi uygarlığını irdeleyen son kitabının İngilizce ve Almanca dünyada ele alınış biçimlerini kendi sitesinde bir soru-yanıt tablosu içinde değerlendirdi.
– Son zamanlarda gazetelerde yayınlanan yazılar, gazetecilerin kitabınıza olumlu yaklaştığı, uzmanların ise ana tezlerinizi reddetmeye eğilimli olduğu izlenimini yaratmaktadır. Bunu nasıl açıklıyorsunuz?
EBERHARD ZANGGER – Gazeteciler kendilerine gönderdiğimiz kitabı okudular, konferansımın videosunu seyrettiler ve çoğu benimle uzun uzadıya konuştu. Medyanın şu ana kadar görüştüğü uzmanların kitabı okumak bir yana, ondan haberdar olduklarına dair en ufak bir emare görmedim. Bu araştırmacıların akademik özenleriyle ve titizlikleriyle gurur duyduklarını varsayıyorum. Ancak önyargılarını veya içgüdüsel tepkilerini kamuoyuna ilan etmekten başka bir şey yapmadıklarını görüyorum.
– Kitabınızın ana noktalarını birkaç kelimeyle özetleyebilir misiniz?
EBERHARD ZANGGER – Birincisi, Batı Anadolu’daki Orta ve Geç Bronz Çağı kalıntıları, Yunanistan, Girit ve Orta Anadolu’daki kalıntılara kıyasla yeterli düzeyde araştırılmamıştır. İkincisi, bu kadar büyük bir bölge ancak var olan arkeolojik verilerle doğa bilimlerine özgü yöntemler bir araya getirildiği zaman tam anlamıyla kavranabilir. Üçüncüsü, günümüze ulaşan bulguları bileşenlerine bölmek, tarihi olayları anlamayı zorlaştırır. Dolayısıyla eldeki kaynakları, yani belgelerle arkeolojik bulguları birleştirmeyi amaçlamalıyız. Ayrıca karmaşık meseleleri, örneğin bulgularımızı ustalıklı illüstrasyonlar yoluyla daha anlaşılabilir hale getirmeliyiz ve yeni fikirleri teşvik etmeyi amaçlamalıyız.
– Gazetelere göre büyük bir devletin bugüne kadar görmezden gelindiğini öne sürdünüz. Bu gerçekten böyle mi?
EBERHARD ZANGGER – Hayır, alakası yok. Großmacht [büyük devlet] fikrinin bu yazılara nasıl sızdığını hiçbir şekilde anlayamıyorum. Bu terim kitabımda sadece bir defa, 1946 yılına ait bir alıntıda geçmiştir. Bana göre Bronz Çağının sonlarında Doğu Akdeniz’de büyük devletler yoktu. Birçok bölge ağırlıklı olarak küçük krallıklardan oluşurdu, dolayısıyla siyasi tablo bölünmüş bir haldeydi. Bu durum Yunanistan, Suriye, Kenan Ülkesi ve Batı Anadolu açısından geçerli olduğu kesindir. Bu bölgelerdeki devletler zayıf federal ittifaklar oluşturmaktan öteye gitmezdi. İttifak dönemlerinde bu devletlerin siyasi ve askeri gücü, iktidarın ne kadarının küçük kralların, ne kadarının büyük hükümdarın elinde olduğuna bağlıydı.
– Michael Galaty, askeri ittifakın uluslararası bir savaş anlamına geleceğini ve çok az sayıda arkeoloğun Bronz Çağı sonlarıyla ilgili bu tür bulgular tespit ettiğini söylüyor. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?
EBERHARD ZANGGER – Siyasi ve askeri yapı konusundaki bilgilerimiz tamamıyla o dönemin belgelerinden ve kahramanlık çağıyla ilgili daha sonraki döneme ait metinlerden kaynaklanmaktadır. Bu belgelere göre sıklıkla yeni askeri ittifaklar ve konfederasyonlar oluşurdu. Deniz Kavimlerinin Yazıtları olarak bilinen belgelerde bu istilalara katılmış kavimler teker teker sıralanmıştır. Kadeş Savaşının tasvir edildiği yazıtlarda Büyük Hitit kralı II. Muwatalli’nin yanında yer alan güçler sıralanmıştır. MÖ 1400 yıllarında Assuva Federasyonunun Batı Anadolu’da güçlerini birleştiren 22 küçük devletten oluştuğunu biliyoruz. Hattuşa’da bulunmuş çeşitli metinler büyük kralların, kendilerine karşı kurulmuş ittifaklarla karşı karşıya kaldığını gösterir. Bir de tabii İlyada’da, Ege Denizinin her iki tarafındaki orduları oluşturan birliklerin ayrıntılı bir şekilde sıralandığı Gemi Katalogu ve Troia birlikleri var. Bunlar askeri ittifaklara dair en iyi bilinen kaynaklardan bazıları, daha başka birçok kaynak da var.
– Luviler bugüne kadar görmezden gelinmiş bir etnik grup mudur?
EBERHARD ZANGGER – En azından benim açımdan öyle değil. Ben zaten böyle bir şey kast etmedim. Hatta etnik gruplarla ilgilenmediğimi açıkça ifade etmek için olağanüstü çaba sarf ettim. Benim bu kitapta kast ettiğim, yetki alanıdır. Kitapta belirli bir insan grubu değil, belirli bir bölge ele alınmıştır. Bizim hakkında az bilgi sahibi olduğumuz, Luvi dilini konuşan sosyo-dilsel insan grubu değil, orada o dönemde yaşayan insanlara atfedilmesi mümkün olan veya olmayan etnik soydan bağımsız olarak Batı Anadolu bölgesidir.
– Jörg Klinger, etnik bir grubu tanımlamanın yüzyıl öncesine ait bir düşünce tarzını yansıttığını söylüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
EBERHARD ZANGGER – Tamamıyla katılıyorum. Araştırmacılar bir yüzyıl kadar önce iletişimi kolaylaştırmak amacıyla Mikenler, Minoslular, Hititler gibi kavramlar ortaya attılar. Günümüzde bu terimlerin yanıltıcı olduğunu biliyoruz. Akhilleus gerçekten var olduysa bile, kendisini kesinlikle bir Miken olarak görmemiştir. Bu düşünce şekli artık geçmişte kaldıysa da Jörg Klinger’in The Hittites [Hititler] başlıklı bir kitap yazmasına engel olmamıştır. Ancak günümüzde Ege bölgesinin Bronz Çağı konusunda yürütülen araştırmalar hâlâ büyük ölçüde bir yüzyıl kadar önce tanımlanan modelleri temel alır. Ancak Batı Anadolu söz konusu olduğu zaman bu modellerde büyük bir eksiklik söz konusudur. Son zamanlarda araştırmacılar Mikenlerle Hititlerin yetki alanlarını giderek genişletmiş, bu şekilde bu eksikliği tamamlamaya çalışmıştır. “Batı Anadolu’nun Devletleri”nden söz etseydim işim çok kolaylaşacaktı. Miken, Minos ve Hitit kavramları zaten son derece iyi bilindiği için, Batı Anadolu’da yaşayan insanlardan “Luviler” olarak söz etmeye karar verdim. Bu terim her halükârda etnik bir birimi değil de soyut, grafik bir fikri temsil eder. Yayınlarımın hepsinde bunu açıkça ifade ediyorum.
– Bazı yazılarda yerleşik arkeolojiyi eleştirdiğiniz öne sürülüyor. Öyle mi gerçekten?
EBERHARD ZANGGER – Bir yüzyıl kadar önce, Ege’nin Bronz Çağı bir disiplin olarak algılandığında ortaya atılan modelleri tabii ki eleştiriyorum. Bildiğim kadarıyla bütün arkeologlar onları eleştirir. Ancak söz konusu tartışma o kadar aşağılayıcı bir düzeyde yer alıyor ki, arkeoloji metodolojisinin eleştirilmesini zorunlu kılıyor. Medyada ifade edilen uzman görüşlerinde gördüğümüz yüzeysellik ve çarpıtmalar, şu ana kadar arkeolojiye ilgi duyan insanları bile bu alandan soğutuyor. Benzer bir süreci Troia konusundaki tartışmalarda da gördük. Almanca konuşulan ülkelerde arkeoloji, bireysel saldırılar içermeyen objektif bir tartışmaya izin verecek kültürden yoksun.
– Sizin kitabınız açısından bu kutuplaşma nasıl gerçekleşti?
EBERHARD ZANGGER – Olanları özetleyecek olursak, yeni bir kitap yayınlandı. Yazarı bilim alanında yazan bir gazeteciye bu kitaptan bir tane gönderdi. Gazeteci, kitapta ele alınan çeşitli yönlerden, geniş bir izleyici kitlesine ilginç geleceğine inandığı bir konu seçti. Yazısı, yazar açısından oldukça alakasız olsa da sadece bu konuya odaklandı. Gazeteci, konuyu daha da heyecan verici hale getirmek için söylenilenleri abarttı ve örneğin İlk Dünya Savaşının keşfedildiğini ilan etti. Bu da yazıyı kitabın anlatmayı amaçladıklarının bir tür karikatürü haline getirdi. Konunun uzmanları da bu karikatürle karşı karşıya kaldı. Aslında uzman olduklarının söylenmiş olmasına rağmen ne yazarı, ne önceki eserlerini tanıyorlardı ve yeni kitabı görmemişlerdi bile. Ama yine de, karşılarındaki konunun apaçık şekilde gülünç olmasına rağmen, hakkında birbirinden farklı ve bilgece görüşler sunmaları bekleniyordu. Ve tabii ki yorumları yıkıcı bir etki yaratacaktı. Eğer böyle yapmasalar uzman olarak konumları tehlikeye düşerdi. Ve söylediklerinin, eleştirdikleri fikirlerden daha temelsiz olduğunun farkına varmadılar. Bilimsel diyalektiğin düzeyinin bu kadar düşebileceğini görmek çok korkutucu. Bu tartışmaların yüz yıldır devam ede geldiğini görmek insanı teselli etmiyor. Anadolu arkeolojisinde en önemli keşifleri borçlu olduğumuz araştırmacılara da meslektaşları hep çok çektirmiştir.
– Bundan sonra ne olacak?
EBERHARD ZANGGER – Arkeolojide doğal bilimler amacına ulaşacak, bunun başka yolu yok. Şu anda tanık olduğumuz şey, “kendilerine” ait olarak gördükleri sit alanları veya disiplinler konusundaki yorumlar üzerinde tekel iddia eden Manfred Korfmann gibi yetkililerin gösterdiği tepkidir. Bu çok hiyerarşik, otoriter bir yaklaşımdır. Toplumun birçok bölümünde bu zihniyet yerini, uzlaşmayı temel alan, en güçlü ve ikna edici argümanların baskın olduğu bir yaklaşıma bırakmıştır. Bu değişim, geç de olsa arkeoloji alanına da ulaşacak. 1960’ların sanayi baronlarına olduğu gibi, akademi alanındaki kurucu babaların da yerini uzun zamandır söz konusu olan sorunlara daha etkili çözümler bulan teknokratlarla pragmatistler alacak.
– Son olarak ne söylemek istersiniz?
EBERHARD ZANGGER – Kitabım şu ricayla sona eriyor: “Kazmaya devam edin – ve lütfen daha derini kazın!” Şimdi şunu da eklemek isterim: Okuyun – ve lütfen daha dikkatli okuyun!
www.luwianstudies.org