Gerçekten de 51 yıldır Avrupa’da milyonlarca insanı büyüleyen bir illüstrasyon ustası, benzerine çok sık rastlanmayacak bir bilek ve klasik denge duygusu, Münih’te, ileri yaşına rağmen yorulmak bilmeksizin çalışmalarını sürdürüyor. İlgi toplamayı da… Nitekim Orta Avrupa veya “Almanca konuşulan dünya”daki çizgi roman, illüstrasyon, afiş, reklam tasarımı, kitap kapağı gibi bir rengarenk âlemin son 50 yılına damgasını vurmuş isimlerden Firuz Aşkın üzerine, yapıtlarından örnekler içeren büyük bir kitap da yayımlandı: “Firuz Askin Illustration”.
İlgi, dedik. Hayranlık da diyebilirdik: Kitaba girişte yer alan “Firuz Askin, Meister der Illustration” (İllüstrasyon Ustası, Firuz Aşkın) başlıklı geniş tanıtım yazısında, 1959 sonu 1960 başında, elinde dosyasıyla Münih’te iş ararken kendisini Theo Bleser’e tavsiye eden Eduard Marwitz’in sözlerine de yer veriliyor. Dönemin ve sektörün önde gelen isimleridir bunlar. Genç Firuz’un yapıtlarını inceleyen Marwitz, hemen telefona sarılmış ve dostu Theo Bleser’e “Theo, bu Aşkın tam bir mücevher” demiştir, şaşkınlığını ve hayranlığını hiç gizleme gereği duymadan.
Firuz Aşkın’ın başarı öyküsü Almanya’da biraz da böyle başlıyor.
1924 İstanbul doğumlu ve nüfus kağıdındaki tam adıyla Ali Füruzan Aşkın, aileden gelen ve neredeyse daha beşikte kendisini hatırlatan bir çizgi ve renk coşkusuna mahkûmdur. Babası kartoğraftır, dolayısıyla küçük Firuz, harita dünyasının içine doğmuştur. Renkleri, çizim kartonlarını, çini mürekkebini, fotoğrafı babasının masasında tanımıştır. Özellikle Ege Denizi’ndeki gemi yolculukları, denizin bize özgü derinliğinde yatan Türk mavisi, sarı, turuncu ve yeşil aklına kazınıp kalmıştır.
Firuz Aşkın, annesi Taciser Hanım’ın, Türkiye’de resim ve arkeolojinin kurucu babalarından sayılan “Osman Hamdi’nin ilk hanım öğretmenlerinden Mihri Hanım’ın öğrencisi” olduğunu söylüyor. Resim tutkusunun “ırsî” olduğunu, şaşırtıcı yeteneğini, resme ve tasarıma olan erken ilgisini, daha 3 yaşındayken çizip boyadığı işlerle yarattığı şaşkınlığı, 2008 yılında Grafik Tasarım Dergisi’nin sorularını yanıtlarken, şöyle anlatıyor:
“Herhalde ‘kabiliyet’ olayı. Annem ve babam saklamışlar. 3-3.5 yaşın resimleri. Tren, gemi ve otomobil beni çok etkilemiş ve babamın sigara kutusu kapaklarına habire çizmiş ve biraz biraz da boyamışım. 1930’lu yıllarda Gürtunca’nın Çocuk Sesi dergisinde Hogart’ın Tarzan’ı yayımlanıyor, onları kesip ekleyerek sanki sinema yapıyorduk. Vahşi ormanlarla boğuşurken Alex Ramond’un Flash Gordon’u patladı. Ve fezada uçmaya başladık. Okulda çikolota kutularının içinden çıkan kovboy resimlerini biriktiriyorduk. Tom Mix, Ken Maynard… Öte yandan öğretmenimizle topluca Laurel-Hardy filmlerine gidiyorduk. Ve nihayet Walt Disney’in ‘Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’i… İşte size çocuk beyninde tasarımın temel taşları…
Annem, Osman Hamdi Bey’in ilk hanım öğretmeni Mihri Hanım’ın öğrencilerinden. Desen, boya ve sanat tarihinin ilk bilgilerini annemden aldım. Babam harita subayı. Onun bürosunda Whatmann kağıtları, tarama uçları ve Pelikan çini mürekkepleri ile tanıştım. Bu etkilerin kişisel olarak çizime ve boyamaya olan büyük iştahımı profesyonelliğe sürüklemesi doğal.
1943’te Güzel Sanatlar Akademisi’nde temel resim eğitimim, öğrencilerini kendi manyetik alanıyla sınırlamaya çalışan hocamız nedeniyle fazla devam edemedi. Bana göre yapılması gereken, temel resim eğitiminin verilmesi ve öğrencinin kendi stili için serbest kalmasıydı.
Ardından çok daha büyük bir okula başladım: Cağaloğlu… 1940’tan bu yana karikatürlerim tek tük Akbaba dergisinde yayımlanıyordu. Hiç unutmam, ilk karikatürüm yayımlandığı gün, dergi koltuğumun altında giderken -aslında gitmiyor, uçuyordum- kendimi imparator filan zannediyordum.
Okul yıllarımın birkaç resim ve karikatür deneyimi ile Babıali yokuşunu tırmanmaya başladım. Dedim ya, en büyük isimler bile mütevazı, yeni başlayanlara hoşgörülü ve yardımcıydılar. Hüseyin Cahit Yalçın (Tanin) başlık yazıları için örnekler verirdi. Rakım Çalapala (Çocuk Haftası-Hafta-Hayat) ‘çirkin insanın güzel resmini yapmayı’ kafama soktu.”
Heider Yayınevi’nce basılan “Firuz Askin Illustration” kitabında, Aşkın’ın neredeyse bebeklikten yeni çıkmış, henüz üç yaşında bir çocukken çizip boyadığı bir vapur deseni de yer alıyor. Deniz ve gemi, Aşkın’ın yaratıcı serüveninde önemli bir yer tutuyor. Nitekim bu tür deniz yapıtları ve özellikle de Türkiye Cumhuriyeti tarihinde Atatürk’ü Samsun’a götüren ünlü Bandırma vapuru, Deniz Müzesi’nce satın alınıyor. Dış dünyadaki çıplak gerçeği, parlak bir çekicilikle resimleyen Firuz Aşkın, işin daha başındayken nasıl bir yola mahkûm olduğunu biliyor gibidir.
Firuz Aşkın’ın Türkiye yılları, 1940’larda ve 1950’lerde dergi ve yayınevlerinin bulunduğu ünlü Cağaloğlu semtindeki yetişme yıllarıdır:
“Ancak, akşamları gazeteden çıkıp vapurla Kadıköy’e geçerken kendi iç hesaplaşmamı yapıyordum. Ya günlük düzen içinde maaşlı bir ressam olarak yarı memurumsu bir yaşamla devam edecek ya da resim’in gelenekli ülkelerine yelken açıp yeni fırsatlar kollayacaktım. Ben ikincisini tercih ettim. 1957 martında Constution transatlantiği beni New York limanına salıverdi. Arkadaşlarım Ali Ulvi, ressam Sururi öncü gitmişlerdi. İyi referanslarıma rağmen Amerika bana bir macera ülkesi gibi geldi. Cebimdeki para bitince geçime zorlanacak, ya bulaşıkçılık ya kamyon şoförlüğü yapacaktım. Ressamlık mı? Saturday Evening Post veya Colliers’ten içeri girmek hiç öyle Türkiye Yayınevi’nden içeri girmeye benzemiyordu. Cebimdeki dolarları malzemeye yatırıp üç ay sonra döndüm. Tekrar Hayat’ta ve Havadis’teki masa tutulduğu için de Akşam’da başladım. Bu kez Almanya dişime uygun geldi ve Amerikan deneyimindeki eksiğim olan porfolio hazırlıklarına başladım. Bu dosyam tamamlandığında Türkiye üzerinde kara bulutlar da belirmişti. Nihayet 1959 şubatında bir Constellation uçağı Münih havaalanına indirdi. Bir süre sonra Theo Bleser adında sinema afişleri yapan bir ressamın asistanı olarak başladım.”
Almanya yılları, kitapta ayrıntılarıyla sergileniyor. Firuz Aşkın, yetişkin bir illüstrasyon ve tasarım cambazı olarak, sonuçta gençlikle olgunluk arasındaki bir yaşta, 35, birkaç aylık bir ABD macerasının ardından eşi Güner Hanım ile birlikte Münih’e yerleşir. Geride 27 Mayıs’a açılmaya hazırlanan bir bunalım Türkiye’si vardır:
“60’lar Almanya’sında ortam oldukça bakirdi. Gerçi harp biteli 15 yıl olmuştu, ama her şey daha yeni başlıyordu. Türkiye’deki deneyimlerimle illüstrasyon, karikatür, yazı, siyah-beyaz vs tasarımın her türlüsünü becerebilmem Almanya’ya demir atmamı sağladı. Alman basını da emekleme devresindeydi. Bizim koca Bleser’in bile Amerikan illüstrasyon dünyasından haberi yoktu. Türkiye’den getirdiğim örneklerle ben de ona bilmediklerini sundum. Ancak Almanya’nın büyük bir sanayi ülkesi olarak tasarımda da gelenekleri vardı. Öncelikle, ne yapacaksanız iyi bir brief veriliyordu. Onu eskizler takip ediyor, bunlar üzerinde seçim yapılıyor ve gereken düzeltmeler öneriliyordu. Serbest çalışmaya başladıktan sonra sinema şirketlerinin, reklam şirketlerinin ve yayınevlerinin istekleri gelmeye başladı. Almanya’nın dünyaca ünlü firmalarına işler yaptım. Bunte, Quick, Neue Illustrierte, Bravo dergileri, Union Film, Columbia, United Artists, Slus (sağlık), Zettelmayer (sanayi), Krupp, Continental, Kleindienst, Danone, Domino, BMG ve nihayet Titania-Medien. 1970’lerde Türkiye ile biraz flört ettik ve Milliyet Yayınları ardından Hürriyet Yayınları için birçok kitap kapağı yaptım.”
Firuz Aşkın’ın gelişim sürecini, olgunluk döneminde, tamamen Alman pazarının olanak ve gereksinimleriyle belirlendiği görülüyor. 1960’ta gelişmesinde son ve en etkili desteği olan Theo Bleser’in atölyesine yerleşiyor. Şaşırtıcı yeteneğiyle büyük müşterilerin siparişlerini karşılamaya çok erken başlıyor. Gerçekten de bu illüstrasyon ve tasarım ustasının serpilip geliştiği coğrafya Almanya’dır. Aşkın, burada piyasaları sarsan bir inceliğe ulaşabilmiştir. Bir illüstrasyon mucizesi olarak anılması yerindedir. Fakat ilk adımlarını genç Türkiye’de atmış, onun kısıtlı olanaklarıyla yetişmiştir. Bu, bir dezavantaj olarak alınmamalıdır. Bu belki kısıtlı ama modernizmi ciddiye alan olanakların rüzgârıyla dış dünyada (“Muasır Avrupa”) rahatça ve kendi kanatlarıyla uçmayı herkese kabul ettirecek kadar da özgüven sahibidir. Almanya yıllarında bu karakterini, tarzını koruyup geliştirmiş hem de kendini kanıtlamış bir sanatçı görüyoruz.
Öyküsü, Türkiye’den Almanya’ya büyük emek göçüyle de paralellikler taşımaktadır.
Gerçekten de Türkler Almanya’ya 1960’ların başında anlaşmalı olarak gelmeye başladılar. O anlaşmadan iki ay kadar önce yükselen Berlin Duvarı, baş döndürücü bir hızla büyüyen Batı Almanya ekonomisine Doğu Almanya’dan büyük ölçüde iyi yetişmiş, nitelikli işgücü akışını durdurunca, bu açığın Türkiye’den kapatılabileceği düşünüldü. 1961 ekiminden itibaren, tarihte pek de eşine rastlanmayan bu yeni emek akını devreye girdi. Almanların yapmak istemediği veya yapamadığı işler için Türkiye’den işgücü ithal edilmeye başlamıştır ve Aşkın, gerçekten de yapılamayan işlere talip olan bir istisnai yetenek olmuştur.
Aşkın’ların sayısı hiç de az değildi.
Yani Firuz Aşkın’ın tümüyle bir tesadüf olduğunu ileri süremeyiz. Çünkü açtığı o yoldan, daha sonra nedense üzerinde yeterince durulmayan yeni insanlar geçecektir. Bugün modern dünyanın birçok ülkesinde, Avrupa’nın merkezinde, çizgi, renk, hayal ve tasarım gücüyle çok parlak işlere imza atmış insanlar yaşıyor. Aydınlanmacı Türkiye’nin kısıtlı olanaklarıyla yetişen genç beyinler, çeşitli düzeylerde, Avrupa’da yerleştiler. Aşırı zorluk çekmediler. Sonuçta modern bir ülkeden geliyorlardı, bazı kapıları daha kendi ülkelerinde aralamayı başarmışlardı, bazı kapılar kendilerine açılmıştı. Bir Arap ve İran gencinin şaşkınlığına yabancıydılar. Çok da dışında oldukları bir dünya değildi çünkü geldikleri Türkiye, bu anlamda zorluk çekmediler.
Firuz Aşkın, kitapta, işte bu kolaylığın ipuçlarını ürünleriyle veriyor.
ÖMER YAPRAKKIRAN – OSMAN ÇUTSAY