Yıllar içinde Frankfurt’un kültür odaklarından biri haline gelen “die Käs” tiyatrosunun yaratıcısı Şinasi Dikmen, Alman kabaresinde Türkiye kökenli, ama doğrudan Almanca kabare yapan ilk isimlerdendi. Köşeye çekildiğini, dinleneceğini ve yeniden sahneye çıkmayı düşünmediğini açıklayan Şinasi Dikmen’le yılların ve yolların dökümünü çıkardık; mizahı, Alman toplumunu ve Türkiye’den gelen “Yeni Almanları” konuştuk.
– Frankfurt’ta açtığınız “die Käs” adlı tiyatro ile birlikte, bu ülke kabaresinde inanılmaz bir iş başardınız. Kuruluşundan bu yana geçen ve çeyrek asrı aşan zaman içinde bu kentin ve Alman kabare dünyasının tamamlayıcı bir parçasını kurumsallaştırdığınız ortaya çıktı…
ŞİNASİ DİKMEN – Evet, böyle bir oluşum Almanya’da yok, aslında Almanya dışında da yok. ABD’de mesela bu tür işler olur, azınlık çocukları yapar. Ama orada da rastlamadık. Mecburen oldu bu iş burada. Yapmak zorunda kaldık…
– Alman kabare dünyasında Türkçe ve Türk mizahına açık bir talep olduğunu söyleyemeyiz. Peki, siz olmayan bir talebi, arzınızla, adeta zor kullanarak mı yarattınız?
ŞİNASİ DİKMEN – Yok, zorla yaratmadık da, yaratılacak bir zaman gelmişti aslında. Biz, Muhsin Omurca ile birlikte, ilk kez 1985’te sahneye çıktık ve hemen kabul gördük. Ben daha önce 1983-1984’te televizyona çıkmıştım. Sahneye çıktığımda, hastbakıcılıktan aldığım maaşın da iki katını almaya başlamıştım. Tabii ilk sahne deneyimlerimdern yola çıkarak dedim ki, “Allah için Alman sanatçılar biz yabancılar için iyi şeyler söylüyorlar. Dieter Hildebrandt olsun, Hannelore Kaub olsun, çok iyi şeyler söylüyorlardı yabancılar hakkında. Ama nereden biliyorlar yabancıların böyle sorunları olduğunu?”… Böyle sordum kendi kendime. Sonra “Biz bunu en iyisi kendimiz anlatalım” dedim. Bizi bizden daha iyi tanıyan yok. “Çıkalım, biz söyleyelim” dedim. Bu cesaretimde, galiba yazdığım kabare metinlerinin yarattığı etki önemli rol oynadı. Yazdıklarımı Alman mizah ve kabaresinin dev ismi Dieter Hildebrandt’a ulaştırmıştım. O bu metinlerimi beğendi ve bunu bana da söyledi… “Güzel şeyler, düşüncelerin çok garip, ben bunları hiç böyle düşünmemiştim” falan demişti. Onun etkisi oldu galiba, böyle başladık.
“DAVET FALAN ALMADIK”
– Ama siz böyle bir girişimde bulunmak için davet falan almadınız…
ŞİNASİ DİKMEN – Katiyen, hiçbir Alman sanatçı bize bir çağrı falan yapmamıştı. Sadece Dieter Hildebrandt yazdığım bazı metinleri, 1983 olmalı, okumuştur. Televizyon için skeç yazmıştım. 1982’de Amerikalılar Ulm’a şu ünlü füzeleri yerleştiriyorlardı. Ben “Siz o füzeleri koymayın Almanya’ya, onun yerine cami minaresi yapın, Ruslar minareden korkar, biz de kendimizi ülkemizde hissederiz, minarenin gölgesinde yatarız” falan demiştim. Bu metin işte çok hoşuna gitti Dieter Hildebrandt’ın, “Hiç böyle bir şey aklıma gelmemişti” dedi. Onun cesaret vermesiyle oldu yani. Bir de, biz ilk sahneye çıkışımızı, galayı, kendimize güvenerek değil, galiba Dieter Hildebrandt’a güvenerek yaptık. 55 dakikalık bir oyun koyduk sahneye, sonra Dieter geldi bir buçuk saat da o oynadı bizim için. İki Türk, yani Şinasi Dikmen ile Muhsin Omurca, kabare yapacağız diye sahneye çıkıyor. O gün 10 bin bilet de satabilirdik. “Yahu bunlardan birini tanıyoruz, hikayeler falan yazıyor, hastabakıcılık da yapıyor, ama bu tuhaf bir şey” diyordu Ulm halkı. Tabii Dieter Hildebrandt’ın gelmesinin etkisi var. Aslında bir ihtiyacı hissettiğimiz için oldu bu, yoksa “Size ihtiyaç var” falan denilmedi bize.
– Kolay kabul gördünüz yani… Sorun da oydu belki…
ŞİNASİ DİKMEN – Çok kolay kabul gördük. Biz, Muhsin Omurca ile meşhur olmanın kolaylığının farkına varamadık. Hiç zorluk çekmedik. Ben şimdi tiyatrom “die Käs” ile yaşadığım zorluklara bakıyorum da… Artık her biri çok ünlü Django Asül, Bülent Ceylan da henüz yolun başındayken bana gelip burada sahneye çıkmadan önce bir zorluk yaşadılar mesela. Seyirci, onlara “Ben sana inandım” diye kabul göstermedi, ama bize öyle dedi. Hemen kabul gördük. Galiba Muhsin’le de “Bu şöhret yok senden kaynaklanıyor, hayır benden kaynaklanıyor” kavgasına girdik biraz…
– Siz de Muhsin Omurca da Alman kabaresinde bir yere geldiniz, gerçekten çok tanınıyorsunuz, hayatınızı da böyle kazanıyorsunuz. Ama tiyatro veya kabare kuran, bunu kendi adına bir binada yapan (“die Käs) siz oldunuz..
ŞİNASİ DİKMEN – Bir tiyatro kurmayı hep amaçladım. Eşim Ayşe’yle ilk tanıştığımda da söylemişim. “Ben tiyatro açmak istiyorum, seninle açalım” demişim. Gerçekten de bunu çok istiyordum. Ama Muhsin’le birlikte yapamadık, anlaşamadık. Kendi kendime şunu söylüyordum: Benim başarılı olmamam için bir neden yok. Çalışmaktan hiç korkmam, eşek gibi çalışırım, korkum yok, gücümün ne olduğunu biliyorum. Yazdıklarımın tutulduğunu biliyorum. Baştan, bu “die Käs” sürecinde de, hep sorduk kendimize: Neden başarılı olmayalım ki? Bir tek sorun var, bizim kim olduğumuzu daha bilen yok. Öyleydi.
TÜRK KALKINMA YARDIMI
– Alman kabareciliğinde, Alman mizahında sanki bir Türk kalkınma yardımı var… Böyle diyebilir miyiz?
ŞİNASİ DİKMEN – Evet, diyebiliriz. Çünkü biz Almancaya, bu dilde daha önce olmayan resimleri, deyimleri, kişileri, Almanların varlıklarından haberdar olmadıkları, aslında gördükleri ama varlıklarını algılayamadıkları tipleri getiriyoruz. Şunu diyoruz: “Biz buradayız, beni görmemene imkan yok arkadaşım! İşine gelir veya gelmez, ama ben manav olarak buradayım, berber olarak buradayım, çöpçü veya entelektüel olarak da, kabareci olarak da buradayım. Ben bu ülkenin insanıyım.” Böyle diyoruz. Aslında bizim bu ülkeye yaptığımız en büyük katkı, o. “Was guckst du lan?” diyoruz. Türkçenin “Ne bakıyosun lan? ” deyimini Almancaya soktuk. Böyle bir ifade daha önce yoktu ki Almancada. Dilin kalitesi, yani getirdiğimiz şeylerin kalitesi elbette tartışılır, ama dil sonuçta kabul edilen bir şeydir. Bir ifade bir dilde kabul edildiği anda, o dilin kalitesi artmıştır. Dil dışarıdan bir şeyi, gelen etkilerle ve zorla kabullenmez. Belli bir dili konuşan insanlar, yabancı dillerden bazı ifadeleri alıyorlarsa, zenginleştirilmiş bir dille karşı karşıya kalırız. Almancada Latince var, Fransızca var, şimdilerde daha çok İngilizce var, ama kusura bakmasınlar Türkçe de var. Kebabı, lahmacunu, döneri, yoğurdu getiriyorsun… “Was guckst du?” demez ki Alman, ama bu ifade girmişse dile, birilerinin bunu getirmiş olması lazım…
– Almanların gülme biçimlerine müdahale mi etmiş oldunuz?
ŞİNASİ DİKMEN – Gülme biçimlerini zenginleştirdik, ona hiç şüphe yok. 1985’te ilk kez Muhsin Omurca ile birlikte sahneye çıktığımızda, Almanlar bu iki Türk’e gülmeye başladı. İşte biri çok entegre olmuş, diğeri entegre olmuyor… Entegre olmayan entelektüel bir Türk’tü, entegre olan da salağın tekiydi. Bizim orada söylemek istediğimiz şey şuydu: Kendi benliğine güveni olmayan hemen kaybolur, kendi benliğine güveni olan da bu ülkeyi kabullenir. Dediğimiz gibi de oldu. Kendi benliğine güveni olan insanlar bu ülkeyi kabullendiler, ama kendileri kaybolmadı. Kendilerine güveni olmayanlar ise kayboldu. Ne Türklükleri kaldı ne Alman olabildiler. Bunu getirdik. Bu arada Almanlara belli tiplere gülme hakkını da vermiş olduk.
– Ne gibi?
ŞİNASİ DİKMEN – Yani ırkçılığın başka bir türü de olabilir, dedik. Ama bu ırkçılık, bizim sahnede ırkçılık duygusunu yaşattığımız şeyler, içimizdeki ırkçıyı gitgide öldürüyor. Bu mesajı verdik Alman seyirciye. “Sizin bir parçanızız” dedik. Böyle yardım ettik, ama bu kalkınma yardımının faizlerini alamıyoruz. Bundan şikayetçiyiz.
– Kendinizi hangi noktalarda Alman kabarecilerden daha farklı görüyorsunuz? Sonuçta Dieter Hildebrandt gibi bir dev de Alman toplumunun çocuğu.. Sizin farkınız?
ŞİNASİ DİKMEN – Biz başka bir dili Almanların düşünce hayatına sokuyoruz. Bu, önce seyirciyi bir rahatsız ediyor. Çünkü, mesela Dieter Hildebrandt, o karşısındaki seyircinin Dieter Hildebrandt’ın bildiklerini bildiklerinden hareketle sahneye çıkıyor. Biz ise Alman seyircinin bir şey bilmediğinden yola çıkıyoruz. Alman’a “Sen Türkler hakkında hiçbir bok bilmiyorsun, ama ben sana öğreteyim” diyoruz. Çıkış noktamız bu. Böylece Alman’ın Türk bilgisini tamamlıyoruz. Türkiye hakkında, buradaki insanlarımız hakkında bilgi veriyoruz. Örneğin İslam hakkında… Bir örnek vereyim… Ben, Dieter Hildebrandt, bir başka çok ünlü kabareci Urban Priol… Bizde oyunları vardı, oyundan sonra Frankfurt’taki Türk lokantası Manolya’da buluştuk. Aramızda, bir de Urban’ın yardımcısı olan Doğu Almanyalı bir kadın vardı. İşte Urban ve Dieter ile entegrasyonu konuşmaya başladık. Ama hiç kimse bana 45 dakika entegrasyon hakkında ne düşündüğümü sormadı. Bu ikisi de Almanya’nın önde gelen aydınlarıdır, malum. Olayları son derece eleştirel ele alan, bilinçli yaklaşan iki insan. Ama yanlarında oturan yabancıya, entegrasyonu 30 senedir oyunlarına konu etmiş bu adama, yani bana sormadan tartışıyorlar. Urban’ın yardımcısı o Doğu Alman kız, sonunda dayanamadı ve “Yahu tam Alman gibi davranıyorsunuz. Bu adam entegrasyonla ilgileniyor, ben üç oyununu seyrettim, hep entegrasyonla uğraşıyor, tenezzül edip ona bir sormuyorsunuz” dedi.
BİZİ HİÇ BİLMİYORLAR
– Şaşırdılar mı?
ŞİNASİ DİKMEN – Bunlar tabii hemen “Aaa, hakikaten, yahu sen ne diyorsun bu konuda Şinasi?” demeye başladılar. Demek istediğim, böyle insanlar bile unutuyor bizleri. İslam hakkında mesela hiçbir şey bilmiyorlar. Benim bununla ilgili büyük iddialarım yok, ama ben sonuçta İslam kültüründen geliyorum, o kültürü, iyi ve kötü taraflarını, artık neyseler, almışım ve bir başka kültürün içine gelmişim. O nedenle, benim İslam kültürüm senden fazla, o halde bana sor, bana sormadan karar verme… Böyle işte… “Rahmetli” Dieter ile, “mekânı cennet olsun”, çok tartıştık. Ona da “Bilmiyorsun” dedim, “Bilmediğin bir şey hakkında ne tartışıyorsun; bir bil, oku. Benim Hıristiyanlık hakkında bildiklerimin yüzde 10 kadarını bile sen Müslümanlık’la ilgili olarak bilmiyorsun. Ama ben Hıristiyanlık hakkında genelgeçer yargılar vermedim ki, şu şöyledir diye. Çünkü sen de Hıristiyan’sın, piskopos da, sokaktaki insanlar da…” Neyse böyle şeyler söyledim Dieter’e o akşam. Bizim getirdiğimiz farklılıklardır bunlar. Başka bir kültürü tanıtıyoruz aslında. Biz Türk kültüründen yetiştiğimiz için daha çok Alman kültüründe gördüğümüz garip şeyleri gösteriyoruz. Kendi kültürümüzdeki acayip yanları da Almanlara aktarıyoruz. Böylelikle bir kültür karşılaştırması yapıyoruz.
– Ya genç kuşak?
ŞİNASİ DİKMEN – Burada yetişen çocuklar Türk kültürünü bizim kadar bilmiyorlar. Onlar Türk kültürünü sanki ikinci elden yaşamışlar. Biz ise Alman kültürünü ikinci elden yaşadık. Bizim gençler daha çok Almanca ve Almanya’yı biliyor. Ama onların getirdikleri tiplemeler kendi insanlarının tiplemeleri; Alman ve Türk tiplemeleri. O bakımdan da aramızda bir fark var.
– Galiba Şinasi Dikmen’i bu alanda bir tür milat olarak anacağız. Gerçi şimdilerde sözünü ettiğimiz genç kuşaktan bir Bülent Ceylan 50 bin seyirciyi Frankfurt Stadı’na toplayıp güldürebiliyor, ama…
ŞİNASİ DİKMEN – Dediğim gibi, onlar Türkleri ikinci, üçüncü elden biliyor. Almanya ve Almancanın içine doğmuşlar, bizlerse Almancayı sonradan öğrendik. Bu da önemli bir fark.
– İyi de, bu kuşaktan biri çıkıp şimdi “Ben kabare, tiyatro kuracağım” falan der mi? Django Asül, Fatih Çevikkollu, Murat Topal, Bülent Ceylan… Diyebilirler mi böyle bir şey?
ŞİNASİ DİKMEN – Ben tiyatro açmaktan niye korkayım? Ne ister bir tiyatro? İyi bir program ister. İyi bir metin ister. Ben iyi yazdığımı biliyordum. Yazdıklarımın tuttuğunu biliyorum. Okuduğum zaman seyircinin dikkatini çekebildiğimi biliyorum. Muhsin Omurca ile 80’lerin ortasında Knobi-Bonbon’u kurmadan önce kaç kez okuma yaptım… Yüzlerce okumada nasıl tepki aldığımı biliyorum. Beni Berlin Senatosu 1996’da resmen davet etti. Bir “Alman-Türk Kabaresi” (Deutsch-Türkisches Kabarett) kurmamı istediler. Devamlı Türkler oynayacaktı. Ben istemedim onu. Bu tür bir kabare istemediğimi söyledim. Ben “Deutsches Kabarett” (Alman Kabaresi) istedim, orada tüm yabancılar oynayacaktı. Ben sahne bulamayan tüm yabancılara kapılarımı açmak istiyordum. Bu benim için aynı zamanda politik bir sorumluluktu. Ben o politik bilincin içindeyim. Arap, Yahudi, İtalyan, Türk hepsi geldiler daha sonra ve bende, “die Käs”de oynadılar. Kendilerini gösterecek başka yerleri yoktu. Tabii biz “die Käs” olarak hemen referans olduk. Yani, bizde sahneye çıkan “Ben die Käs’de oynadım” diyebiliyordu.
– İşin başından itibaren, “Ben burayı genç arkadaşlara açacağım” diyordunuz, hatırlıyoruz…
ŞİNASİ DİKMEN – Aynen öyle. Özellikle yabancı kökenli genç çocuklara mutlaka yer açarım, onlara hep yerim vardır. Artık bir yer olmaktan çıktık, bir referans olduk; bir referans veriyorum. Elbette her iki cümle kuranı da çağırmıyorum, izliyor ve seçiyorum.
GÜLME BİÇİMLERİ
– Almanlar Türklerin hangi özelliklerine, Türkler Almanların hangi özelliklerine gülüyor? İki toplumun birbirine gülme denklemini siz içinden yaşadınız. Gözlemleriniz neler?
ŞİNASİ DİKMEN – Bir kere şöyle bir şey var: Türkiye’de bizi Almanca izleyen seyirciyle buradaki Alman seyirci arasında korkunç bir entelektüel fark var. Türkiye’dekilerin entelektüel gücü sıfıra yakın; hiçbir bilgisi yok, ama çok önyargısı var. Türkiye’dekilerin de buradaki Türklerin de çok “düşman” var kafalarında. Çok baskı var, Allah baskı yapıyor, peygamber baskı yapıyor, Kuran, İncil baskı yapıyor… Türkiye’de ise zaten her şey baskı; kafalarında insanların çok düşmanları var. Türk seyirciye bir şey anlattığımızda, hele yanında Alman seyirci de varsa, kendisine saldırıldığını düşünüyor hemen. “Bana saldırıyor, beni rezil ediyor bunlar” falan diyor. Oysa amaç o değil ki. Ben sahneye Türkleri zayıf yanlarını getirdiğimde, amaç Almanlara “Bizim sizden altta kalır bir yanımız yok. Bizim de zayıflıklarımız var. Onlardan biri de işte bu” falan diyebilmek. Amaç, böylelikle bir özgürleşmeyi sağlamak. Kurtulmalarını sağlamak. Yoksa rezil edecek bir şey yok ortada. Zaten entelektüel seyirci, sahnede söylenenlerin rezil etmek değil, eleştirmek için yapıldığının hemen farkına varır. Biz seyirciyi kafasının içindeki düşmanlardan özgürleştiriyoruz aslında. O kafasının içindeki düşmana hiç olmazsa bir sempatiyle bakmasını istiyorum. Hicivdeki amaç da zaten odur. Ben Cem Yılmaz gibi bir sinik değilim…
– Sinik olmak mizahı yaralıyor mu?
ŞİNASİ DİKMEN – Evet. Ben Cem Yılmaz’ın gösterilerini izledim. Hakaret ettiği insanların parasıyla geçinen biri. Ben sinik değilim. Ben insanları severek eleştiriyorum, onlara sempati duyuyorum, kendimi onların yerine koyabiliyorum. Kurbanıma, yani sahnede eleştirdiğime de empati duyuyorum. Hiçbir Alman’a ya da Türk’e sahnede küfretmem…
– Aziz Nesin geni mi var sizde de?
ŞİNASİ DİKMEN – Onun eğitimi var. Türk mizahçıların mizahçılığı sinik değildir. Kendini beğenmiş, halka yukarıdan bakan, başka kimseyi beğenmeyen bir tip değiliz biz. Halkın içindeyiz, halkız. Toplumların Amerikanlaştırılması bu sonuca yol açtı. Cem Yılmaz çok güzel espriler yapıyor, ama hep başkasının sırtından yapıyor, hep başkasının cebinden yiyor yani. Oysa böyle bir sinizm bizim kültürümüzde yok, bize yabancı bir şey. Anadolu’da yok. Yani İslam’da var, ama Anadolu’da yok. Almanya’da ünlü kabareci Harald Schmidt de böyle bir siniktir mesela. Almanlar Türklerin saflıklarına, salaklıklarına çok gülüyorlar. Ama Türkleri tanımadıkları için ona gülüyorlar. Biz de diyoruz ki, “Biz böyleyiz. Sizi de o kadar salakça seviyoruz.” Aslında sevginin içinde salaklığın olduğunu da söylüyoruz. Alman böyle gülüyor, Türk de “Hakikaten bu kadar salakça seviyoruz yahu” diye gülüyor, yani kendi salaklığına gülüyor. Benim amacım da o zaten. Son oyunum “Islam für Anfänger” (Acemiler için İslam) böyle bir şey. Eğer Alman seyircinin istediği İslam programını yapsaydım, ben de o 50 bin kişilik statları doldururdum. Ben yazmadım. Bile bile yazmadım. Bir sene çalıştık, “Nasıl yapalım?” diye düşündük. Düşmanca davransaydık para kazanırdık, ama amaç o değil. Benim anam babam namuslu Müslümanlardı. Bu namuslu Müslümanların inandığı bir dinin böyle aptal yerine konulması benim ağırıma gitti doğrusu. Buna bir açıklık getirmek lazım. Sen “aydınım” diyorsan, “okumuşum biraz bir şey biliyorum” diyorsan, senin sosyal sorumlulukların vardır. Siniklerin sosyal sorumluluğu yok.
AZİZ NESİN VE TOPLUMSAL SORUMLULUK DUYGUSU
– İnsanı sinik olmaktan toplumsal sorumluluk duygusu mu kurtarıyor?
ŞİNASİ DİKMEN – Ya “Sosyal sorumluluğum var” dersin, o zaman İslam’ı da başka türlü yorumlarsın ve Alman’a öyle öğretirsin ya da dersin ki “Evet arkadaş, bizde karı dövülür, bizde şöyle yapılır, böyle yapılır, biz de zaten hep yağmayla geçindik.” Ben bunları bilmiyor muyum? İslam hep yağmadan geçindi, Osmanlı da öyle, kendi bir şey yaratmadığı ve yağmadan geçindiği için çöktü. Bunları ben söyleyemez miyim? Bunları söylememek namusluluktur. Tereciye tere satılmaz. Biz buraya gelip bu toplumu İslam’a karşı daha çok kışkırtırsak, o zaman bizim aydın namusumuz falan kalmaz.
– Neden?
ŞİNASİ DİKMEN – Çünkü benim bir görevim de dinler arasındaki, uluslar arasındaki barışı sağlamak. İnsan olarak bunu yapabilmeliyim.
– Kim daha çok gülüyor?
ŞİNASİ DİKMEN – İşin garibi Alman insanı Türklerden daha çok gülüyor. Türkler ikili sohbetlerde çok güler, ama Türkler mesela arabasıyla yola çıktığında çok saldırgan, bencil… Politikacısı, işadamı, polisi… Git Türkiye’ye, görürsün… Arabaya binen herkes yayanın üzerine üzerine sürer, en basitinden. Onun için Almanları güldürmek biraz daha kolay. Almanları güldürmek istiyorsan, onları namuslu bir şekilde eleştireceksin. O zaman gülüyorlar…
– Dieter Hildebrandt’ın hayatınızda çok önemli bir yeri olduğunu her fırsatta yinelyorsunuz. Siz iki dilde şaka yapabilen, hayatını da böyle kazanan bir insansınız. Hildebrandt’ı eğer Türkçe konuşan dünyaya anlatmak gerekseydi, neleri öne çıkararak anlatırdınız onu?
ŞİNASİ DİKMEN – Almanya’da bu özel televizyonlar başladığında Dieter Hildebrandt’a geliyorlar ve fiyatını soruyorlar. Program yapmak istiyorlar. Dieter, asronomik bir rakam söylüyor. “Çok pahalı diyor” televizyoncular. O da “Yahu herkes satılık, benim de fiyatım bu” diyor. Bir defasında, konuşuyorduk, bana “Bir namusum var, ama ben namusumun fiyatını bilmiyorum, onu öğrenmeye çalışıyorum” demişti. “Yani namussuzluğa geçiş için ne kadar para gerekiyor, bilmiyorum” demişti. Özellikle şimdiki Türk toplumuna Dieter Hildebrandt’ın vereceği çok şey var: Namus. Dieter’in entelektüel namusu vardı. O namus yüzünden de zaten çekmediği kalmadı. Çok çalışıyordu, ama en az para kazananlardan birisiydi. Sinemaya geçmedi, bir şeyler kaybedeceğini düşünüyordu. Dieter’in kabaresi 80’lerde bir ara Bavyera televizyonu tarafından programdan çıkarılmıştı. O yine çalışmalarını sürdürdü. Sırf topluma bir şeyler söyleyebilmek, topluma yanlışlarını hatırlatmak için devam etti. Bu bizim entelektüellerimizde, Aziz Nesin’den sonra, pek olmadı. Aziz Bey namuslu bir insandı. Korkusuz bir insandı. Ama bir yanıyla da bir köylü kadar tutucuydu. Hep Türkiye’nin kendisine çok şey verdiğini, bu borcunu geri ödemesi gerektiğini düşünüyordu. Kendisine yapılanları hep namusuzların yaptığını söyler, “Bu ülke sadece o namussuzların değil” derdi. Aziz Ağabey gibi insanlara ihtiyaç var bu devirde. Türkiye devleti, devletin karşısında, kendisini eleştirecek bir entelektüelin yetişip boy atmasına izin vermedi. Atatürk de Nâzım Hikmet’e izin vermemişti. Sonrakiler de hiç vermedi. Aziz Nesin bu entelektüel namusu içeri gire gire ve zorla kazandı.
DIETER HILDEBRANDT VE ENTELEKTÜEL NAMUS
– Dieter Hilderbrandt’tan bahsederken hep Aziz Nesin’i de düşünüyorsunuz…
ŞİNASİ DİKMEN – Evet öyle. Ayrıca Dieter bana para falan vermedi, ama maddi yardımda bulundu. Şöyle bulundu: Beni tanıttı, televizyondaki ünlü programı “Scheibenwischer”e çıkarttı. Sonra Frankfurt’ta die Käs’i açınca geldi, oynadı. Hatta bir oyununda sahne spotlari falan patlamıştı, buna rağmen programını aksatmadı ve sonuna kadar “Ne yapalım!” diye oynadı. Entelektüel namus işte. Bana ve kendine olan saygısı. Teknik aksaklıkta sadece die Käs’in sahibi rezil olmuyor, sahnedeki sanatçı da rezil oluyor. Gösterisini tamamladı.
– Siz Türk sanatçılarla çalışmadınız mı?
ŞİNASİ DİKMEN – Çok çalışmadım. Çalışmak istediklerim oldu, onlar da çok zorluk çıkardılar. Program yapamıyoruz, çünkü kesin tarih veremiyorlar. Aziz Nesin’den sonra o entelektüel namus gitti. Özetle: Aziz Nesin’i anlamak için Dieter Hildebrandt’la, Dieter Hildebrandt’ı anlamak için de Aziz Nesin’le ilgilenmek gerekiyor.
– Die Käs, nasıl bir ürün oldu sonuçta?
ŞİNASİ DİKMEN – Aslında bizim ürünümüz olmaktan çıktı. Tıpkı çocuk gibi, zaman içinde başkalaşıyor. Çocuğun üzerinde herkesin etkisi var, öyle. Ama die Käs’in bu hale gelmesinde birçok isimsiz kahramanın da büyük payı vardır. Alman sanatçı arkadaşların süreklu gelmeleri, bize onur vermeleri, tutunmamızda etkili oldu. Ve onların verdiği bu onuru biz de onur olarak gençlere iletebildik. Bize gelen çocuğa da bir o onuru veriyoruz. O da palazlanınca o onuru bize geri veriyor. Bu böyle karşılıklı bir alışveriş oldu. Bir de seyircinin katkısı büyük oldu. Mesela birçok yaşlı Alman geldi, bize paraları olmadığını ama kabaremizin programlarını gönüllü olarak dağıtabileceklerini söylediler. Kamil Yiğit arkadaşımız inanılmaz bir destekte bulundu emeğiyle. Kamil’in bir sahneye çıkıp benim yerime oynamadığı kaldı. Ayrıca Alman sendikacılığının yakından tanıdığı Yılmaz Karahasan’ın ileri yaşına rağmen kabaremizde seyirciye bira satması… Bunlar unutulacak şeyler değil. Büyük yardımlar aldık, programı ben yapıyordum, ama yardım aldıkça cesaretimiz arttı. Bir de eşim Ayşe. Eğer Ayşe olmasaydı, o tiyatroyu çok iyi açardım, ama bir hafta sonra da kapanırdı. Bu iş ekip işi. Binlerce destek oldu.
– Siz Almanyalı Türkleri de tanıyorsunuz Türkiyeli Türkleri de… Ne gibi mizahi farkları var?
ŞİNASİ DİKMEN – Türkiye’deki Türkler kaba mizaha, yani belden aşağıya gülüyorlar. Türkiye’dekilerin seyirci olarak bilgi birkimi yok. Buna en entelektüeller de dahil. Türkiye’deki Türkler tek taraflı. Genelleme olarak söylüyorum. Bunların içinde bir bölümü hakikaten dünyayı görmüş, dünyaya açık insanlar olabilir. Ama Türkiye’deki Türkleri baskıları çok, içlerindeki düşmanları çok. Buradaki Türkler ise biraz daha serbest yaşıyorlar. Buradaki Türklerin en büyük hatası, hâlâ Türklük’ten kurtulamayışları. Dışlarındaki baskıyı kullanıp “Eh ben de Türk olayım bari!” diyorlar. Fakat buradaki Türklerin entelektüel dünyası daha geniş. Buradaki çocuklar en azından Paris’e, Viyana’ya, İtalya’ya okuluyla bir kez gitmiştir. Türkiye’de ise üniversiteyi bitiren çocuk bile Avrupa’ya çıkamamış başka bir kültür görememiştir. Bir düşman olarak gördüğü Kürt vardır ya da Arap vardır, başka bir şey yoktur. İstanbul’dakiler böyle, köydekilerin durumu ise çok daha kötü. Televizyonlar da bir şey göstermiyor. Buradakiler daha açık. Bir de azınlık olmanın getirdiği şeyler var. Azınlık olmak insanı dünyaya daha geniş cepheden baktırıyor. Birçok hümanistin, filozofun Yahudi olması tesadüf değil. 3 bin yıldır baskı altındaki bir toplum kendini açmak zorunda. “Demokrat olalım, ezmeyelim başkalarını” derken kendini savunmak zorunda. Çünkü ezilen kendisi olabilir. buradaki Türkler yapıyor bunu. Ama Türkiye’deki Türklerin böyle bir sorunu yok. Bir kalitesi yok. Eğer bir ülkenin başbakanı her televizyona çıkışında küfrederse, bağırıp çağırırsa, kimse de buna ses çıkarmazsa…. Adamın kendisini geliştirme şansı kalmıyor ki…
GEZİ DERSLERİ
– Peki ya Haziran İsyanı veya Gezi Direnişi denilen tepkiyi nasıl görebiliriz? 10 milyona yakın insanın sokağa çıkıp tepki vermesi…
ŞİNASİ DİKMEN – Ha, işte Gezi’de çıktı tek gururlandığımız şey. Ondan başka bir çıkış var mı? Yine de çok gurur verdi. Gözlerim yaşardı.. Ben askeri veya sivil darbeye karşıyım, ama başkaldırmanın da zamanı gelmişti…
– Aziz Nesin’i yetiştiren Türkiye’den hep bir umut var mı diyorsunuz?
ŞİNASİ DİKMEN – Evet, ama böyle derseniz tabii sesimi kesmiş oluyorsunuz…
– “İslam für Anfänger” oyununuzda nasıl tepkilerle karşılaştınız?
ŞİNASİ DİKMEN – Araplardan tepki aldım. Wiesbaden’daki gösterimde, üniversite çevresinde bir davetti, oyundan sonra alkışladılar falan. 100-120 kişilik küçük bir salondu. Sonra Frankfurt’a die Käs’e telefon etmiş biri, telesekretere bir not bırakmış. İşte, “Sizin yaptığınız doğru değil, İslam düşmanlığı yapıyorsunuz, bunun cezasını görürsünüz” falan diyor. Telefon numarasını da bırakmış. Ben bununla bir konuştum, oyuna tekrar gelmesini istedim, “Gel izle, sonra oturup konuşalım” dedim, ama gelmedi. “Ben geleyim” dedim, onu da yapmadı. Sonra Hannover yakınlarında küçük bir köyde oynadım. Afişi gören iki Arap genci gösteriyi organize eden kuruluşa gidip “Biz İslam’a hakaret edene şöyle şöyle yaparız” falan demişler. Kuruluş da “Oyunu sahneleyenin kendisi Müslüman, gelin ona söyleyin söyleyeceklerinizi” demiş. Neyse bunlardan biri o gösteriye geldi ve oyundan sonra “Kardeş, çok güzel, valla çok güldüm” dedi.
– Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
ŞİNASİ DİKMEN – Bunun anlamı şu: Adamların herhangi bir bilgisi yok yapılanlar hakkında, ama İslam falan deyince hemen olumsuz düşünüyorlar. Bir düşmanlık gibi görüyorlar. Benim istediğim ise, bu oyunda İslam hakkında bilgi vermek. Ben de onu yapıyorum. Doğrudur, aklı başında olan insanlar bunun dinlere karşı bir program olduğunu anladılar. Dinlere karşı, ama İslam’a karşı değil. Teologlar da geldiler, Katolikler, Protestanlar… “Islam für Anfänger”in antiklerikal, din karşıtı bir oyun olduğunu onlar da söylediler. “Evet” dedim, “amaç da buydu”. “Ama biz İslam düşmanlığı falan görmedik” de dediler. Göremezlerdi, yoktu çünkü. Benim kabareci olarak işim, aklıma gelen bir fikri, karşıya, seyirciye onu sıkmadan iletmek. Bunu nasıl iletebilirim? Karşı olmak, olmamak, bunlar önemli değil. Ben kafama sınır getirirsem, bir otosansür uygularsam bir daha tek kelime bile yazamam ki…