İki kitap, sanki sözleşmişler gibi, aynı konuyu inceliyor: Münih’teki cami. “Münih İslam Merkezi” olarak da biliniyor. Kimileri de Freimann Camii diyor. Amerikalı araştırmacı ve yazar Ian Johnson “Die vierte Moschee” (Dördüncü Cami) başlıklı kitabında Almanya’daki İslam köktendinciliğinin Nazi Almanyası’ndan kaynaklandığını, ABD’nin bu kaynaktan yararlandığını ve hatta canlı tuttuğunu yazıyor. Johnson’a göre, bu “drama”nın başrolünde bir Amerikalı CIA ajanı Robert H. Dreher, nazi görevlisi bir Alman “bilimadamı” Gerhard von Mende, bir de Müslüman Kardeşler örgütünün sürgündeki lideri, Batı’nın istihbarat servisleriyle çok yakın ilişki içindeki Said Ramadan var. Tabii birçok başka isim de var.
Gerhard von Mende “Türkolog” ve İkinci Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği’ne karşı Kızıl Ordu kaçkını Türkistanlıların birlikler halinde eğitilip kullanılması işinin de öncülerinden. Ian Johnson, işte bu Gerhard von Mende’nin “savaştan sonra Düsseldorf’ta küçük bir gizli servis yönettiğini” yazıyor. Amerikan belgeleri destekli ince ayrıntılarıyla.
Ayrıca Almanca yazım biçimleriyle, Ibrahim Gacaoglu, Rusi Nazar, Garip Sultan, Baymirza Hayit, Nurredin Namangani, Veli Kajum, hatta Erbakan ailesinden İbrahim El Zayat’ın da önemli rolleri var bu öyküde. Bizim açımızdan trajik olan, bütün bu adların, ömürlerinin önemli bir parçasında ve son derece kirli bağlar üzerinden, Türkiye’nin şoven ve şeriatçı çevreleriyle yakın ilişki içinde olmasıdır. Ama bu, sadece Johnson’ın dile getirdiği bir şey değil. Böylesi ilişkiler, anlaşılan çoktan bir tür ortak bilgiye dönüşmüş durumda ve kimseyi rahatsız etmiyor…
STEFAN MEINING VE ASIL ÖNEMLİ KİTAP
Aynı konuyu, bu kez Alman gözüyle yazılmış ve Johnson’ın yapıtını doğrusu her anlamda yaya bırakan “Eine Moschee in Deutschland” (Almanya’da Bir Cami) adlı kitap da inceliyor. İkinci kitabın yazarı, Stefan Meining. O da Münih şehrindeki bu caminin yapımı çerçevesinde, savaştan sonra, nasıl nazilerin, gizli servislerin ve her tür şeriatçının -ya da “siyasal İslam’ın”- at koşturduğu bir alana dönüştüğünü yazıyor: Basitliği oranında inanılmaz bir öykü bu, birçok çevre için. Israrla göz ardı edilmiş veya en azından ön plana çıkması engellenmiş bir öykü: Kötü niyetliler “demokrasiye eski nazilerin yardımı” diye de okuyabilir.
Ian Johnson, 2003 yılında Londra’da bir kitapçıya girdiğini ve buradaki bir “İslam Dünya Haritası”nda en önemli dört camiyle yüz yüze geldiğini anlatıyor. Mekke, Kudüs, İstanbul ve Münih’teki camilerdir bunlar. Johnson, kitabının adını da işte bu Münih’teki “dördüncü” camiden ödünç alıyor. Libya lideri Kaddafi’nin ödemeleriyle 1973’te tamamlanabilen camiden…
Ian Johnson, Alman meslektaşı Meining’in kitabından farklı olarak, Amerikan belgelerinin ağırlık taşıdığı önemli ayrıntılara yer verirken, aslında bir devamlılığı öyküleştirmiş oluyor. Her anlamda inanmış ve ABD-İngiltere “kutbuyla” uzlaşmayı seçmiş bir nazinin, Gerhard von Mende, Sovyetler Birliği’ne saldırı sonrasında Türkistanlılardan oluşan nazi birlikleri kurması ve bu yapıların demokrasiyle geçişle birlikte yeni düzene antikomünist bir silah olarak yapıştırılması, böyle bir devamlılıktır.
Yeni rejimde CIA ve Washington’daki siyaset sınıfının, Varşova ayaklanmasında barbarlıklarıyla SS’leri bile şaşkına çevirmiş “Türkistanlı” kasapları hizmete alması, Türkiyesiz olmuş değildir. Her iki kitapta da gerek Nazi Almanyası’nın Avrupa’yı yakarken işlediği suçlara katılma anlamında, gerekse savaştan hemen sonra savaş suçlularının Türkiye’ye gönderilmesi çabaları sırasında, Ankara’nın bilgisi olmadan yerine getirilemeyeceği açık birçok destek de anlatılıyor. Johnson ve Meining, her satırda biraz da Türkiye’nin, daha doğrusu o dönemdeki Türk siyaset sınıfının “rolünü” açığa çıkarmış oluyor. Ama doğrusu Alman siyaset sınıfıyla karşılaştırıldığında epey masum kalıyor bu kir.
Gerçekten de Münih’teki cami inşaatı çerçevesinde örgütlenen antikomünizmin Türkiye bağları, siyaset sınıfı açısından, anlaşılan her zaman vardı. Ian Johnson, kalp krizi geçirerek 1963’te biraz da erken ölen Gerhard von Mende’nin Alman çıkarlarındaki ısrarını anlatırken, bu “demokratlaşmış nazinin” İslam’ı Almanya ve Almanlık için kullanma enerjisinin nasıl ABD ile karşı karşıya kaldığına da dikkat çekiyor. Kitapta bu açıklıkla ifade edilmemiş bile olsa, 1945 sonrasında Amerikalılardan devraldığı Sovyetler Birliği karşıtı yapılar, kadrolar, Alman çıkarlarının bir süre için geri plana atılmasını kolaylaştırmıştı. Ama sonuçta ipler yeniden Alman siyasetinin eline geçmiştir.
TÜRKİYE İLE ORGANİK İLİŞKİLER
Bazı çevreler için acı olan, herhalde, Johnson’ın hiç itirazda bulunmadığı ve bir doğallık olarak anlattığı bu sürecin “demokrasi”yi temsil etmesidir. Bir de her aşamada bu korkunç suçlara bir biçimde ortak edilmiş Sovyet karşıtı “Türkistanlıların”, Türkiye sağı ile yoğun organik ilişkisine tanık oluyoruz. Muhtemelen zaman aşımına uğradığı ve insan aklının yeterince törpülendiğine inanıldığı için, hiç saklama gereği de duyulmadan anlatılıyor. 20-25 yıl önce ortalığı ayağa kaldıracak bağlantılar, ilişkiler, bugün ferah ferah ortaya serilebiliyor. Bu olay çerçevesinde ABD ile Almanya arasındaki iç gerilim ve çekişme gerçekten “öğretici”.
Ian Johnson’ın yazdığı, anlam itibariyle ve özetle şu “tarihsel gruplardır”: Birinci grupta, Nazi Almanyası var. Hitler ve yoldaşları, İkinci Dünya Savaşı sırasında, SSCB’ye karşı İslam’ı bir siyasal ve askeri silah olarak kullanmayı düşünüyor, ünlü “Türkistan birliklerini” kurmaya başlıyorlar. Burada Stalingrad’daki direnişin de etkisi olduğu biliniyor. İkinci grup, İslam’ın yardımıyla komünizmi yenmeye çalışan CIA’dir. Bu ikinci grup, tüm kadro, yapı ve siyasal yönelimi eski naziler veya SS’lerden devralıyor. Burada Münih, 1945 sonrasındaki radyo istasyonlarıyla birlikte, artık antikomünizmin başkentidir. Üçüncü bir grup ise, Ian Johnson’a göre, İslamcılardır. Bunlar, Münih’teki camiyi bir sıçrama tahtası olarak kullanmak istiyorlar. Johnson, bu üç grubu birleştiren duyguyu şöyle özetliyor: “Hepsinin ortak görüşü şuydu: İnşa etmeye niyetli oldukları şey, bir camiden çok, siyasal –hatta şiddet içeren- eylemler için bir merkezdi.” (Johnson, s. 16)
Johnson ve Meining’in kitapları akılda tutularak yapılacak yakın tarih okumaları, bütün bu bağlantıların bir gün Mehmet Ali Ağca’nın Papa suikastı ve Türk sağının bundaki rolüne kadar uzanacağını rahatça görebilir. Bu, kimseyi şaşırtmayacaktır. Böylesine iç içe geçmiş kadrolardan, başkası da beklenemez zaten. Alparslan Türkeş ve Necmettin Erbakan başta olmak üzere Türk sağının, Bu Alman-Amerikan çizgisiyle yakın bir “iş ilişkisi” içinde olduğu ortaya çıkarılmıştır. Bu kitaplar biraz da bunu anlatıyor.
Ama asıl büyük ve gerçekten parlak araştırmanın Stefan Meining’e ait olduğu söylenmelidir. Bu yol açıcı, ama herhangi bir sol duyarlılık da taşımayan kitabın temel tezi şudur: Federal Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, komünizmle mücadele adına ve o amaçla, Nazi Almanyası’nın attığı temel üzerinde yeni kanallar açmıştı. Trajik olan ve nedense yeterince araştırılmayan, Gerhard von Mende takımı üzerinden “hizmete alınmış” Garip Sultan, Veli Kajum, Nurredin Namangani, Rusi Nasar, Baymirza Hayit, Ibrahim Gacaoglu gibi birçok ismin, Türk sağıyla içli dışı konumudur.
Stefan Meining ve Ian Johnson’a göre, Münih’teki cami, ABD ve Federal Almanya’nın ülkedeki İslam’ın yerleşmesi ve Sovyetler Birliği’ne karşı bir silah olarak kullanılması sürecinde özel bir yere sahiptir. Böyle bakınca da caminin kurulması değil, o kuruluşun sonuçları ve kadroları önem kazanıyor. Gerçekten de Amerikan bakışıyla Alman bakışının ciddi bir çekişme içinde olduğu, kitaplardan ortaya çıkıyor. Siyasal İslam’ın Almanya’daki öyküsü, belki diğer kentlerde çok daha önemli ipuçları içermektedir.
Meining, şunu yazıyor: “Bonn ve Washington’daki plan sahipleri için Müslümanlar eşit haklara sahip partnerler değil, amaç için araçtılar. Sovyetler’in Yakındoğu’daki yayılma siyasetine karşı mücadelede İslam’ın bir silah hizmeti vermesi gerekiyordu.” (Meining, s. 254)
Ian Johnson kısmen, Stefan Meining ise tümüyle, bu yolun bir çıkmaza dönüştüğü göşündedir. Bugün bakınca, Sovyetlere karşı kullanılan bu silahın pek işe yaramayacağını düşünmektedirler. Ama her iki yazar için de, bu yol, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ve Soğuk Savaş koşulllarında anlaşılır ve hatta anlayışla karşılanabilir bir yoldur.
Gerçekten de başka bir açıdan bakıldığında, 60 yılda, birkaç bin kişilik bir cemaatten 4.5 milyonluk bir büyük Müslüman topluma ulaşmak, korkutucudur. Bu büyümeden çok daha dehşet verici olan şey ise, herhalde, böyle yabancı bir dinin içinde terör eylemlerine yakınlık duyduğu varsayılan köktenci insanların veya grupların varlığıdır.
Stefan Meining, Almanya’nın başına çok işler açabileceğinden korkulan siyasal İslam’ın bu ülkedeki köklerinin 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırıyla başladığına dikkat çekiyor. Sonraki tüm macera bu başlangıcın izini taşıyor. Daha açığı: Bugün de siyasal İslam ile Almanya ve ABD’nin ilişkileri, bu başlangıcın damgasını taşıyor. Ian Johnson ve Stefan Meining’in kitapları, Nazi Almanyası’nın yarattığı ve Varşova ayaklanmasında, Balkanlarda, hatta İtalya’da bile partizanlara karşı barbarca kullandığı bir silahın kontrolden çıkmasını veya çıkabileceğini işliyor.
LUCIANO CANFORA VE “SUÇU”
İyi de, ünlü İtalyan filolog Luciano Canfora’nın ne suçu vardı?
2004’te İtalyanca, 2006’da da Almanca yayımlanan kitabında sadece bu devamlılığa dikkat çekmişti “Eine kurze Geschichte der Demokratie” (Demokrasinin Kısa Bir Tarihi) başlıklı kitabında. Münih’te bu cami çalışmalarında ilk adımlar atılırken, 1961 yılında, Londra’da “The New Germany and the Old Nazis” başlıklı kitabını yayımlayan Alman Yahudisi ve tarihçi Tete Harens Tetens, acı saptamalarda bulunmuştu, Canfora, bu görüşün tutarlılığını savunuyordu geçerken.
1933’de Almanya’dan kaçıp 1945 sonrasında ABD üniversitelerinde ders veren Tetens, şöyle diyordu kitabın bir yerinde: “Bonn Cumhuriyeti’nin siyasal yapısı incelenirse, gizli gizli ve sessizce hemen hemen her yerde nazilerin geri döndüğü sonucuna varmak zorunludur. Başbakanlık dairesinden daha alt düzeydeki hükümet dairelerine, oradan partilere ve eyalet meclislerine, poliste, okullarda ve basında hep eski naziler kilit konumlara yerleşmiştir.” Alman kamuoyu nazilerin elinde kurulan demokrasi saptamasına muhafazakâr tarihçileri üzerinden büyük tepki gösterdi. Canfora’nın bu kitabını, basması gereken büyük yayınevi basmadı, görece küçük bir sol yayınevi bu görevi üstlendi; kitap, epey bir satış da yaptı. Oysa Canfora, çok terbiyeli bir dille Ian Johnson ve Stefan Meining’in yazdıklarını önceden bildirmiş oluyordu sadece.
Johnson ve Meining, bu kitaplarıyla, sadece Alman veya Almanya’daki siyasal İslam tarihinin değil, kabul edelim ki, Türkiye’nin de oldukça karanlık bazı köşe ve bucaklarını açığa çıkarmış oluyor. Türk yayıncılığının ilgisizliğini belki biraz da bununla açıklamak mümkün.
Şunu da eklemeden bitirmeyelim: Ian Johnson ve Stefan Meining’in kitapları akılda tutularak yapılacak yakın tarih okumaları, bütün bağlantıların bir gün Mehmet Ali Ağca’nın Papa suikastına ve Türk sağının bu işteki rolüne kadar uzanacağını rahatça görebilir. Böyle bir ilişki, kimseyi şaşırtmayacaktır.
OSMAN ÇUTSAY