Ana SayfaSAHNE SANATLARIİki cumhuriyetin popüler müziğiydi: Türk tangosunda Alman renkleri

İki cumhuriyetin popüler müziğiydi: Türk tangosunda Alman renkleri

Türk tangosunun doğumunda kırık iki aşk öyküsü var. Doğumunda da serpilmesinde de. Bir tarafında bir Türk besteci, diğer tarafında ise iki hoş genç Alman kadının bulunduğu öyküler bunlar. “Tuhaf bir içe içelik” de denebilir. Çökmek üzere olan ve adım adım Nazi canavarlığına yaklaşan bir gelişmiş sanayi ülkesi (Weimar Cumhuriyeti) ile yeni kurulmuş ve pek geri bir ekonomi üzerinde tutunmaya çalışan bir cumhuriyetten (Türkiye Cumhuriyeti) söz ediyoruz. Bunların popüler müziklerinden.

Bu başlangıca dair söylenebilecek şeyler var. Bazı öyküler…

Tangonun, Türkiye’ye 1923’te cumhuriyet rejiminin kurulmasıyla birlikte ve daha çok Almanya’dan esen rüzgârlar eşliğinde girmesi, hatta ilk tangonun neredeyse bir “Alman ithalatı” olması, böyle bir öykü. Aslında tam ithalat da değil. Böyle adlandırmak güç, çünkü sonuçta görme yetisini tümüyle kaybetmek üzere olan genç bir Türk müzisyenin kaleminden ve piyanosundan doğmuştur. Fakat “ruhsal input” güzel bir Alman genç kızdan gelmiştir. Zorla evlendirilmek istenen, bu nedenle ailesinden İstanbul’a kaçmış bir kızdan. En azından, pek karıştırılmayan eski kayıtlardan böyle anlaşılıyor. Aradan birkaç yıl geçecek ve bu genç Türk bestecinin hayatına yine güzel bir Alman kadın değip geçecektir. Ardında bir başka başyapıt bırakarak.

Öykü, gerçekten ilginç.

Ama önce galiba tangoya açılan tarihten söz etmek gerekiyor.

WEIMAR CUMHURİYETİ VE TÜRKİYE CUMHURİYETİ

Türk ve Alman kültürleri, yaklaşık bir asır önceki büyük cumhuriyetçi atılım çerçevesinde de iç içe bir gelişme içindeydi. 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde çalkantılı bir dönemin sonrasında ortaya çıkan iki “görece yeni cumhuriyetin”, Alman ve Türk modernlerinin yakın ilişkiler içinde olduğunu biliyoruz.

Osmanlı ve Alman İmparatorluklarının ekonomik, siyasi ve en önemlisi askeri işbirliği Birinci Dünya Savaşı felaketiyle sonuçlanmıştı. Savaştan sonra kurulan iki cumhuriyet, askeri alanda çok daha az, ama siyasette ve ekonomide yine birbiriyle bağlantı içinde kaldı. Bu alışverişlerin 1920’ler ve 1930’larda popüler kültür çerçevesinde de sürdüğü biliniyor: Weimar Cumhuriyeti yıllarında, örneğin, tango çerçevesinde…

Tabii, öncesi de var: Osmanlı çökerken 1908 yılında patlak veren ilk büyük devrim son bir tutamak noktasıydı: Bu “Jöntürk Devrimi”, mutlakiyetçi sultan rejiminden “anayasal monarşiye” geçiş deneyerek imparatorluğu demokratik-parlamenter bir reforma tabi tutmaya ve parçalanmasını engellemeye çalışmıştı. Başarısız kaldı. Osmanlı İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşının yıkıntıları arasında tarihe karıştı. Ama 1908, 1923’teki cumhuriyet rejiminin habercisi, hatta öncüsü oldu. Batı ile kültürel ilişkilerin olağanüstü yoğunlaştığı bir döneme giriş yapılmıştı. 1923’te kurulan cumhuriyet, Avrupa Aydınlanması’nı “fener” kabul ediyordu.

Popüler kültür alanındayız.

1923’te kurulan cumhuriyet büyük bir modernleşme atağıydı. Bu atak çerçevesinde kültür, sanat ve eğlence yaşamında da büyük dönüşümler yaşandı. Aydınlanmacı-kemalist Türkiye yönetenleri, daha doğrusu genç cumhuriyetin kurucu babalar, yeni ülkede yurttaş bilincini, kadın-erkek eşitliğini yaymak için çağdaş Batı uygarlığına ayak uydurmak zorunda olduklarını düşünüyordu. Cumhuriyetçi Türkiye, Almanya ve kısmen Fransa’dan gelen yeniliklere çok açıktı. Özellikle de güzel sanatlardaki yeniliklere.

Tangonun Türkiye’deki macerası böyle bir çerçevede başladı.

İTHAL PLAKLAR VE TANGO

Tango, Türkiye’ye 1920’lerden itibaren Avrupa’dan ithal edilen 78 devirli  taş plaklarla girdi ve teknik açıdan gelişmesini sürdürerek 1950’lerin sonuna kadar Türkiye’deki popüler müziği yönlendirdi. Yeni burjuvazi ve genç kuşak bürokrat kadrolar bu tarzı sevmişti. Sözü geçen tarz, geçmiş kültürle araya dikkatli bir mesafe koyuyor, ancak onu kısmen modifiye ederek koruyor, bu arada da geleceğe yönelik bir “refah atmosferi” yaratıyordu. Tango, cumhuriyetin ilk kuşaklarını taşıyan bir heyecan ve enerji oldu.

Cumhuriyet kadroları ve genç kuşak, kadınla erkeğin toplumdaki yerlerini birbirine yaklaştıran tango müziği ve dansını, bir başka ifadeyle dönemin “pop müziğini”, bir modernleşme simgesi olarak algıladılar. Çabuk benimsediler. Ancak Arjantin ve Avrupa tangosunu biraz daha “terbiyeli” bir tangoya da dönüştürdüler. Tango sözleri ve dansı, Türkiye’nin doğulu ve fakat şehirli renklerine/köklerine uyduruldu. Ama o “kökleri” de etkili bir biçimde sarstı. Cumhuriyet yeni bir hayat demekti ve onun günlük hayatta, kültür, sanat ve eğlencede popüler ifadelerini aramaya başlamıştı. Tango çabuk sevildi ve tutundu.

Türkçe tangolar aşk, özlem ve ayrılık temalarını yoğun bir duygusallıkla, hatta mağduriyet içeren bir yoğunlukla işlediler. Bu, cumhuriyetçi Türk dünyasına ve yeni modernist ruh haline de uygundu. Türkiye’nin Avrupa ile, bu arada özellikle Weimar Cumhuriyeti Almanyası ile ilişkileri böyle bir tablo çerçevesinde kaldı.

Gerçekten de, Avrupa’dan gelen popüler kültürün Türk toplum hayatında kendini göstermeye başlaması, kadınla erkeğin toplumdaki yerlerinin birbirine yaklaşmaya doğru yol aldığı dönemlere rastgeliyordu. Kadın ve erkeğin “eylemli birlikteliği” üzerine kurulu tango ve dans, bir simgeydi adeta. Tangonun Türkiye toplumunda böyle yakından benimsenmesiyle kadın özgürleşmesi yolunda atılan adımlar, müzik ile toplumsal siyaset arasında ilginç bir paralellik gösteriyordu.

Aşk, özlem, ayrılık temalarıyla “Türkleştirilen” tango, giriş yaptığı Cumhuriyet Türkiyesi’nde halkın, daha doğrusu yükselen yeni Türk burjuvazisinin, asker ve sivil bürokrasinin, yeni zenginlerin ve genelde de orta sınıfların müzikal beğenilerine uyduruluyordu: Yani tangonun müziği de, dansı kadar ehlileştirilmişti Türkçe versiyonunda. Tangoyla dans eden kadın ve erkek arasında “saygıdeğer bir mesafe” bırakılmıştı örneğin. Tutuşlar, aşırı erotik göndermelerden mümkün olduğu kadar arındırılmış, en azından hafifletilmişti. Dans eden çiftler, aralarındaki bu “Türk mesafesini” korumaya özen gösteriyordu. Adımlar da son derece terbiyeliydi.

KIRIK BİR AŞK HİKÂYESİ

İlk Türk tangosunun, radikal cumhuriyet reformlarıyla değişmeye başlayan şehir ve kadın yaşamı içinde adeta patladığı anlaşılıyor. Ancak bundan çok daha önemlisi, ilk Türk tangosunda bir Alman parmağı olmasıydı: Babası fabrikatör olan ve istemediği biriyle evlendirilmeye çalışılan güzel bir Alman kız, 1928 yılında İstanbul’a kaçmış ve burada kısa bir süre sonra Türk tangosunun babası unvanını kazanacak olan Necip Celal’le tanışmıştı.

Genç kadınla Necip Celal’in anlaşmaları zor olmamıştır, çünkü genç müzisyen gözlerinin tedavisi için ilkgençlik yıllarında Almanya ve Avusturya’da bulunmuştu, muhtemelen Almanca konuşabiliyordu. Alman kızın, gözleri daha şimdiden çok zor gören hemen hemen kör bir Türk müzisyenle yaşadığı kısa ve umutsuz aşk kaçamağı çabuk bitmişti.

Necip Celal sonraki yıllarda bizzat kendisi bu öyküyü anlatacaktır: Güzel kız randevusuna gelmeyince, Necip Celal kaldığı pansiyona gitmiş, orada kendisine kızın babasıyla nişanlısının Almanya’dan geldiği ve onu alıp memleketlerine döndükleri bildirilmiştir.

İşte bu kırık aşk hikâyesi, ilk Türk tangosunun bestelenme gerekçesi olacaktır. Bir başka deyişle, ilk Türk tangosunun başrolünde bir Alman genç kız vardır. 1934’te çıkan Soyadı Yasası ile Andel soyadını alan Necip Celal, ilk Türk tangosu “Mazi”yi bu sarı saçlı ve lacivert gözlü Alman kızla yaşadığı küçük ve muhtemelen son derece masum bir ilişkinin ardından yazmıştır. “Mazi”yi yazdıktan birkaç yıl sonra gözleri tamamen görmez hale gelecek olan müzik adamı, tangonun plağa okunduğu 1932 yılında çok genç yaşta büyük bir üne kavuşacaktır. Bu yılları kendisi bizzat şöyle anlatmıştır:

İlk tangomu 1928 senesinde besteledim. O zamanlar 18-19 yaşlarında bir talebeydim. Taksim Gazinosu’nda ismini zikretmeyeceğim bir Alman kızı ile tanışarak sevişmeye başladık. Bu kızcağız bir fabrikatörün kızıymış. Babası onu zorla bir adamla evlendirmek istiyormuş. Kız zoraki nikâhtan kurtulmak için soluğu İstanbul’da almış. Tanıştığımızın on beşinci günüydü. Tarih Temmuz 1928. Onunla buluşmuştuk. İpek gibi sarı saçlarını dizimin üstüne yayarak, lacivert menevişli gözlerini gözlerimin ta derinliklerine çevirerek uzun uzun baktı ve inleyen bir sesle şöyle dedi:

ʻNecip içim sıkılıyor. Kalbim göğsümü parçalayacakmış gibi vuruyor. Bana öyle geliyor ki seni bir daha göremeyeceğim.’ O zaman bu sözlerini saçma olarak vasıflandırmıştım. Teselli ettim ve üç gün sonra buluşmak üzere ayrıldık.Her zaman olduğu gibi o gün de üç gün değil otuz senelik bir hasretin doğurduğu heyacanla randevu verdiği yere koştum. Saatlerce bekledim. Heyhat ne gelen var, ne giden. Deli gibi pansiyona koştum. Ev sahibi madam, onun hiçbir adres bırakmadan memleketine gittiğini söyledi. Bu gidiş de şöyle olmuş: Kızın babası ve nişanlısı buraya gelerek zorla götürmüşler.

Pansiyondan ayrılarak geç vakit Boğaz’da çok sevdiğim İstinye’ye döndüm. Karşıdaki sırtlardan yükselen mehtabın akan sulara serptiği sarı parlak benekler koyu yeşil dalgaların üstünde kâh uçuşuyorlar, kâh batıp biraz sonra yine beliriyorlardı.

O zaman sağlam olan gözlerimi, bu sarı parıltıların üstünde tespit ettim. Zerreler büyüdü ve karşımda bana iki satır mektup bile yazmadan meçhule uçup giden sevgilinin hayali belirdi. Bir müddet ona baktım. Az sonra bu hayalle gözlerimin arasında gittikçe kalınlaşan bir buzlu cam belirdi. Zira ağlıyordum. Kafamın içinde akisler yapan melodinin peşi sıra hemen piyanoya oturdum ve ilk tangomu besteledim.”

EVELYN HOLT VE “ÖZLEYİŞ” TANGOSU

Çeşitli kaynaklardaki doğum tarihi 1908 ile 1910 arasında değişen Necip Celal, çok tutulan “Mazi”nin ardından “Ayrılık” tangosunu yazacaktır:

Ne kadar dertliyim bilsen, acımıyor musun sen / Hasretin kalbimi neden yorsun, gelmiyorsun, gelmiyorsun / Karanlık sardı her yeri, kaldır şu perdeleri / Sen yoksun diye güneş de söndü, odam da zindana döndü…”

Sözleri de kendisine ait olan bu melankolik tangonun doğumunda, körlüğün pençesine düşmesi kadar “Mazi”yi tetikleyen o yarım kalmış aşk hikâyesinin de bir payı olduğu söylenebilir. Henüz yara kapanmamış görünmektedir. Ama daha önemlisi, bu tangonun 1932 yılında Avusturya’nın ünlü dans orkestrası şefi Charly Gaudriot tarafından Viyana Radyosu’nda seslendirilmiş olmasıdır. Necip Celal’in yapıtlarında ve yayımladığı notalarda birçok ithaf vardır. Gaudriot dışında Barnabas von Geczy, Xavier Cugat, Annunzio Mantovani gibi dönemin birçok ünlü orkestra şefine de bestelerini ithaf ettiği belgelenmiştir.

Kadınların, özellikle de iki Alman kadının Necip Celal’in hayatında ve Türk tangosunun doğumununda özel bir ağırlığı olduğu anlaşılıyor: O kadınlarla kendince yaşadığı -daha doğrusu yaşayamadığı- “prelüd aşklara” dayanarak bestelediği tangolar, cumhuriyet döneminde, 1970’lere kadar, on yıllarca en çok dinlenen ve yorumlanan müzik parçaları oldular.

Necip Celal’in 1930’larda yine Alman popüler kültüründen çok ünlü bir isimle ilişkisi de o dönemin sosyetesinde çeşitli dedikodulara neden olmuştu. Weimar Cumhuriyeti’nin ünlü aktrist ve şarkıcılarından Evelyn Holt, İstanbul’a gelmiş ve hatta “Mazi” tangosunu Türkçe olarak da söylemişti. Holt, bu parçayı konserlerinde zaten sürekli söylüyordu ve Necip Celal’i gıyabında tanıyordu. Sonunda, 1933 haziranında, bu iki tango tutkununun İstanbul’da buluştukları ve hatta kimi çevrelere bakılırsa geçici bir ilişki bile yaşadıkları, bu “mutasavver beraberliğin” dönemin İstanbul sosyetesi içinde büyük dedikodulara neden olduğu biliniyor.

Evelyn Holt, Nazi Almanyası’ndan ABD’ye kaçacak ve 2001 yılında ölümüne kadar bir daha da Almanya’ya dönmeyecektir. Holt’un Necip Celal’le kolayca dostluk kurabilmesinde de, artık gözleri görmeyen genç bestecinin Almanca konuşabilmesi ve Alman müzik dünyasıyla bağlantıları herhalde bir rol oynamıştır. Nitekim güzel kadın genç besteciye verdiği fotoğrafına Almanca ve uzunca bir hayranlık notu düşmüştü. Ancak bütün bunlardan çok daha önemlisi, Türk tango repertuvarının en önemli bir diğer yapıtının, “Sevdim bir genç kadını…” sözleriyle başlayan “Özleyiş”in açıkça Evelyn Holt için bestelenmiş ve ona ithaf edilmiş olmasıdır.

Bugün iki ülkenin yoğun ilişkileri var. Ekonomik, siyasi, hatta askeri ve özellikle de kültürel. Kültürel, çünkü 3 milyondan fazla Türkiye kökenli insan Almanya’da ve her iki dilin de içinde yaşıyor: Bu o kadar öyle ki, bırakın sinemayı, müziği, sporun ve sanatın diğer dallarını, burada doğan Türk gençleri artık kabare dünyasında söz sahibidir ve Almanca sözlü arabesk bestelerle HipHop bile yapmaktadır.

Bütün bunlar bir ilişkisizlikten doğmadı. Yolun başındayken, yani Türk modernleşmesi ve tangonun ilk adımlarında da Alman popüler kültürünün, Alman tangosunun önemli bir payı olmuştu. Demek ki, yüksek yoğunluklu bir alışveriş damarı, sadece Osmanlı ile Alman İmparatorluğu döneminde değil, yeni cumhuriyetler döneminde de sürdü. Weimar ve Türkiye Cumhuriyeti döneminden söz ediyoruz.

Necip Celal ve tüm zamanların en ünlü iki Türk tangosu “Mazi” ile “Özleyiş”in arka planında, popüler kültür alanındaki ilişkilere böyle küçük iki müzikal örnek bulunuyor: Karşılıksız ve kırık aşk hikâyeleri.

OSMAN ÇUTSAY – FRANKFURT

 

SOSYAL MEDYA

DUYURULAR