Avrupa’nın çok derin bir krize demir attığını artık herkes söylüyor. Sadece yoksullar değil, Federal Almanya gibi, AB’nin tadını çıkaran, dış ticaret ve bütçe fazlası vererek krizin yanından bile geçmediği düşünülebilecek bir zengin ülkede de genel kanı aynı. “Bizim durumumuz iyi, ama kriz büyük” deniyor. Yoksullaşmanın ciddi boyutlar aldığı bir ülkedir burası; zenginlik oligarklara ve onların personeline yarıyor. Halk pek memnun değil. İklim bir kırılma sürecinde ve bu kırılmadan yararlananlar arasında AfD (Almanya için Alternatif) gibi faşizme akraba partiler de var.
Kriz, sadece ekonomik bir saptama değil kuşkusuz. Krizin derinliği kültür yaşamındaki çıkmazları da içeriyor. Sistemin taşıyıcı kolonlarından medya, bu krizden nasibini yeterince almış görünüyor. Hatta birçok çevreye göre, yaşanan çıkmazda birinci derecede bir sorumluluğu var. Haksız değiller.
Çok daha açık sözlerle ve şöyle ifade edebiliriz: Kültür endüstrisinin ana ırmağı medya, demokratik Avrupa’nın göbeğinde de epeydir hiç öyle tatmin edici ve özellikle “azgelişmişlere” örnek oluşturabilecek bir nitelik taşımıyor. Medyada artık doğru haber değil, ya çarpıtılmış ya da, eğer bilerek çarpıtılmamışsa, büyük boşluklar içeren haberler üretiyor. Böyle bir “hizmet anlayışı” egemen. Kamuoyu da bu görüşte çoktandır. “Yalan basın” sloganı, gerçekten de bir iddia olmayı aşalı çok oldu. Üstelik bu iddialar, sadece özgür basının değil genelde Batı demokrasisinin beşiği sayılan ülkelerden birinde yaşanıyor: Federal Almanya. Bu sahnelerin tüm Avrupa demokrasilerinin ortak görüntüsü olduğu anlaşılıyor.
YALANCI MEDYA
Medyanın, amacı tam tersi de olsa, uzun zamandır halk kitlelerinde bir rıza üretmeyi başaramadığı, belki de bu nedenle, “yalancı medya” sloganının iktidarı protesto eden göstericilerin taşıdığı pankartlara sıçradığı gözleniyor. Bu, Avrupa’nın sadece azgelişmişlerinde değil, merkezinde yer alan zenginlerinde de böyle. İngiltere, Fransa, İtalya… Ama en çok Almanya’da böyle. Biliniyor: “Yalan Basını” (Lügenpresse) üzerine art arda yayımlanan kitaplar, makale ve haber filmleri, durumun vahametini gösterecek boyutlarda ve hızla yükselen bir sağ partinin de ideolojik kemendi: AfD.
Medyadaki haber çöküntüsüne, içeriden tepkiler var tabii. Bu alandaki çalışmalardan biri, Ulrich Teusch’un “Lügenpresse” kavramına göndermeyle oluşturduğu “Lückenpresse” (Boşluk Basını) başlıklı kitabı. “Bildiğimiz Gazeteciliğin Sonu” alt başlığını taşıyan ve geçen yılın son çeyreğinden itibaren birçok tartışmaya konu olan kitapta, yayıncı, gazeteci ve siyasetbilimci Teusch, son yıllarda özellikle radyo için çalıştığı bir alanı (“haber”) iyice derinleştiriyor. Toplumun büyük bölümünün artık medyaya güven duymadığını örnekliyor. Özellikle dev grupların parçası olan ana akım medya kuruluşlarının çok ağır bir inandırıcılık krizinden geçtiğini gösteren Teusch’a göre, yine de “yalan basını” veya “yalancı basın” gibi kolaycı etiketler, sorunun gerçek boyutlarını ortaya çıkarmaktan uzak.
Ulrich Teusch’un temel sorunu, önemli bilgilerin baskı altına alınması, saklanması ve çifte standart uygulamaları ile ilgili. Bu iki açığın medya sistemine demir attığı görüşündeki Alman yazara göre, ana akım medyanın bu ağır hastalığı “bildiğimiz gazeteciliğin” yakında geçmişe gömülmesi sonucunu verebilir. Teusch, ana akım medyayı kurtarmak isteyenlerden. Bu, onun bulgu ve saptamalarını değersiz kılmıyor kuşkusuz.
Bir gazeteci olarak, insanların kendisine güvenmesini değil, yazdıklarını ciddiye almasını, onları yetkin bulmasını ve samimiyetinden de kuşku duymamasını isteyen Ulrich Teusch, mealen, “Bu kadarı tamamen yeterli. Bunun dışında insanların, kendilerine sunduğumla yapıcı bir biçimde tartışmasını arzu edebilirim sadece” diyor ve Lenin’in ünlü “Güvenmek iyidir, ama kontrol etmek daha iyidir” formülasyonunun “Güvensizlik iyidir, kontrol etmek daha iyidir” şeklinde dönüştürülebileceğini belirtiyor: Eski çamlar çoktan bardak olmuştur ve ana akım medyaya güvenmemek, bir sağlıksızlık değil, tersine, tam bir sağlık belirtisidir. İşte bu belirti, Teusch’un kitabı kaleme alma gerekçesi kabul edilebilir.
MEDYAYA İNANMA, MEDYASIZ DA KALMA…
Toplumun, tıpkı fal gibi, “medyaya inanmaması, ama medyasız da kalmaması”, medya ekonomisinin belinin kırılmasına engel oluyor. Medyaya ilgi kesintiye uğramayınca, yani talep düşüp bu sektörün arzında talebe uygun düzenlemeler yapılması gündeme gelmeyince de, tüm bir siyasal sistem (“demokrasi”) tehlikeye giriyor. Weimar Cumhuriyeti korkusu, yani Hitler’i hazırlayan çıkışsız kaotik demokrasiler paniği, yeniden sahneye giriş yapıyor.
Teusch, ana akım medyadan çok alternatif medyada büyük ilgiyle karşılanan kitabında, gerçekten gayet akılcı ve kafa açıcı belirlemelerde bulunuyor. Örnekler ve bu örnekleri değerlendirme biçimi, bir sektörün (“ana akım medya”) kendi mezarını kazdığı saptamalarına hak verdiren bir yoğunluk taşıyor. Teusch, uzun ömrünü 2014’te kapatan efsane gazetecilerden Peter Scholl-Latour’un, Suriye meselesine değinirken “Batı’nın Şark’ta başarısızlığa uğradığı” tezini işlediği kitabından örnekler veriyor. “Suriye’de desenformasyonun gözlerden uzak fabrikalarında üretilmiş ve gizli komuta merkezlerinde imal edilen yalanlara nasıl inanılıp tüm bir Batı’nın çıkmaza sürüklendiğini” anlatan bu aslında muhafazakâr gazetecinin saptamalarını yeniden tartışmaya açıyor. Teusch, Scholl-Latour üzerinden medya özgürlüğünün nasıl çok küçük bir azınlığın özgürlüğü anlamına geldiğini yazıyor. Üç-beş ailenin dev boyutlardaki sermaye gücüyle istediklerini yazdırmasına “medya özgürlüğü denilemeyeceğini” savunuyor. Batı basınının özgürlükçülüğü, bu medya işletmecisi ailelerin oyuncağı grupların oligarşik baskısı altında fabrika ayarlarını yitirmiş durumda. Ulrich Teusch’un kitabı, bu acımasız gerçekle nasıl yaşanabileceğine dair -kendisi böyle demese bile- fazla umutlanmayı önermeyen bir deneme.
Özellikle Almanya’da AfD’nin yükselişine paralel, onu besleyen meşhur slogan “Lügenpresse” (Yalan Basını), Ulrich Teusch için gerçeği tam anlamıyla sergilemiyor. Ortada yalandan çok, haber akışında ağırlıkları farklı yerleştirmek ve bazı haberleri vermemek gibi bir yöntem var. Konu edilmeyen haberler, geçiştirilen haberler, geri planda tutulan haberler, suni bir biçimde öne çıkarılan haberler, tüm haber sektörünü ve toplumu belirleyici güçte bir anlatının egemenliği… Bütün bunlar gerçekliğin çarpıtılmasına, daha doğrusu somut gerçekle ilgili doğru olmayan bir resim verilmesine yol açıyor. Teusch’un söylediği veya söylemek istediği şu: Ana akım medyada bile olsa, gazetecilerin ezici çoğunluğu, bilerek ve isteyerek, sırf bu niyetle gerçek olmayan şeyleri söyleyip yayıyor, gerçekliği bilerek ve bilinçli bir biçimde yalanlarla çarpıtıyor. Bu da bir boşluk yaratmak demek ve zaten üzerine konuştuğumuz kitabın da başlığı. Sorun, yalan basın değil, bırakılan boşluk nedeniyle tanımlanan bir sektör. Boşluk basını… Bu, günümüzün medya sistemi. En azından zengin Batı ülkelerinde, mesela Almanya’da medya sistemi bu şekilde tanımlanabiliyor.
Kitabın ilginç bölümlerinden birini Victor Orban ve Recep Tayyip Erdoğan gibi iki dominant ve baskıcı siyasal kimlikler oluşturuyor. Teusch, bu iki birbirine çok benzeyen siyasal figürden birinin (Orban) medyada sorunun parçası, diğerinin (Erdoğan) ise çözümün parçası olarak sunulmasının, yalan ve boşluk arasındaki tuhaf alandaki bir çarpıklık olduğunu hatırlatıyor.
ÇIKMAZDAKİ MEDYA
Birçok yaraya parmak basılan kitapta medyanın neden bugünkü çıkmazı yaşadığına yanıt aranıyor. Özellikle ana akım medyanın çıkmazlarının toplumları kilitlemeye başladığına dikkat çekiliyor. Seçkinlerin kendi gazetecilerini seçtiği tezinin sonuçlarına işaret ediyor Teusch: “İyi ailelerin çocukları” medyadaki genel kadroları oluşturmaktadır; dolayısıyla bu kadroların toplumun gerçek sorunlarından kopması, sırf yaşam standartlarındaki yükseklik nedeniyle bile çok doğal. Giderek yoksullaşan yığınların sorunlarını bu gazeteci malzemesiyle saptamak ve çözüm arayışlarına yardımcı olmak mümkün değil gerçekten de. Bu sadece örneğin Almanya için de böyle değil. Batı medyasında gazetecilerin Ortadoğu veya Ukrayna gibi bilmece bölgeleri ve halklarını anlamalarının imkânsızlığı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Genel gazeteci kimliği, ayakları somut gerçeklikle temas etmeyen bir resim veriyor uzun yıllardır. Kitap bu çıkmazı işliyor aslında.
Gerçekten de öyle: Her yandan garantiye alınmış ve doymuş gazeteciler neden mesela her taşın altına baksın? Gerçi bazı gazeteci “paryalar”, gazetelerin prekaryası, böyle bir şeye teşebbüs etmiyor değil, ama bunlar daha ilk uyarılarla kendilerine geliyor, işini kaybetme korkusuyla fazla öne çıkmıyor, ısrarlı olmuyorlar.
Tek sesli medyanın çok sağlam sistem temelleri üzerinde yükseldiğini iddia eden yazara göre, oligopollerin egemenliğindeki medya piyasasında, sermaye birikimi ve yoğunlaşmasının, bağımsız gazetecilik birimlerinin alan yitirmesine yol açması çok doğal… Medyada farklılaşma ve haber araştırmacılığının bu yolla canlandırılması, çoktan hayal olmuş görünüyor. Bu yılın başında ve 56 gibi genç denilebilecek bir yaşta ölen, sağa yakın görüşleriyle bilinen gazetecilerden Udo Ulfkotte, geçen yıllarda gazetecilerin hangi yollarla hangi kurumlarca satın alındığını yazmıştı. Kendi yaşamından örnekler de veren Ulfkotte, bazı Türk gazeteciler de anmıştı. Udo Ulfkotte, gazetecilerin hangi yollarla, özellikle de hangi finansal yöntemlerle “yola getirildiğini”, ama kendilerinin de “yola gelmeye” nasıl hazır olduğunu yazıyordu. Teusch, Ulfkotte’nin bu konuda yazdıklarının ana akım medyada nasıl görmezlikten gelindiğine dikkat çekiyor. Terbiyeli bir dille, Teusch, medyanın neden bağımsız olmadığını, özellikle reklam sektörüne bağımlılığının sonuçlarına dikkat çekiyor.
Kitap boyunca medya sektörünün bağımlılık ilişkilerini ve yasal konumunu irdeleyen Ulrich Teusch, suçu tek tek gazetecilerde değil, medya sisteminin yapısal yerleşikliğinde göstermeye çalışıyor. Yine terbiyeli bir dille de gazetecileri ana akım medya yapılarıyla ihtilafa düşmekten kaçınmamaları çağrısında bulunuyor. Bu çağrının pek bir anlamı olmadığını bilerek tabii… Sadece medyanın mülkiyet yapısı bile başlı başına bir yanıt bu çaresizliğe…
Ulrich Teusch’un kitap boyunca ilginç vurguları var. Medyanın mevcut yapısının gazetecilerde bir otosansürü kaçınılmaz kılması, gerçeğin peşinde olması gereken bu insanların ana akım medyada özellikle de hızlı ve çok etkili bir “uyum sürecinden” geçmesi, bunlardan biri. Ana akım medya, gazeteciyi mülk sahiplerinin uydusu haline getiriyor. Bunu doğrudan ve emirle kimse gerçekleştirmiyor elbette. Tehlikeli işlerle uğraşmamaları gerektiğini, bazı gazeteciler maaşlarını alırken öğreniyorlar; oportünizm ve kariyerizm gibi duygu ve tutumlarla kendilerini sisteme yapıştırıyorlar. Teusch, çok az gazetecinin doğru haber (“gerçek”) için risk aldığını ve rahatını bozduğunu kaydediyor.
ÖNCEKİ ZAMANLAR
Peki hep böyle miydi? Ulrich Teusch, 1960’lar ve 1970’lerde durumun farklı olduğunu savunanlardan. Kitapta 1965 ile 1985 arasındaki 20 yılın, ünlü 1968’in gölgesinde veya ışığında serpildiğine dikkat çekiyor. Kısmen de Türkiye yılları ve ortamı yankılanıyor bu bölümlerde: Toplum sola dönmüş ve hızla politize olmaktadır. Yeni söylemler açılmakta, tabular yıkılmakta, daha önce izlenmemiş konular, sorulmamış sorular tartışma konusuna dönüşmektedir: Yeni Alman sineması, politik şarkılar ve şarkıcılar ‘(“özgün müzik”), siyasal tiyatro, kabare, eğitim sisteminde reformlar, işyerlerinde işçilerin yönetime katılma çabaları, sendikaların ağırlığı… Bütün bunlar medyanın ve gazetecinin etkinlik alanını da genişletmişti. Teusch, örnek veriyor: Her büyükçe yayınevinin geniş sol araştırma kitapları yayımlamakta ve bunlar yüksek satış rakamlarına ulaşmaktadır. İlerleme düşüncesi halk içinde etkiliydi. CDU ile SPD’nin birbirinden gerçekten farklı kitle partileri olması da öyle… Toplumun daha çok demokrasiye cüret ettiği, akıntıya karşı kürek çekmenin de moda olduğu koşullarda gazeteci olmak, 2017’den çok farklı bir ortama işaret ediyor. Teusch, son kitapları ve makaleleriyle bir ilgi odağı olan yazarlardan Wolfgang Streeck’in bugünün krizine yönelik bulgularını da paylaşıyor. Streeck’e göre, binaya dışarıdan ve cepheden bakıldığında, iyimser bir soğukkanlılığın, tehlike nedir bilen deneyim sahiplerinin duruma egemen olduğu söylenebilir, ama bu cephenin arkasında tam bir panik hali var ve “böylesi hiç olmamıştı”.
Çok farklı bir hava bu. Teusch, liberallik lüksünün artık mümkün olmadığını işliyor kitabı boyunca. Hava tamamen dönmüş bulunuyor.
Yaşanan zaman ne kadar gergin ve ilginç olursa, ana akım medyanın içerdiği refleksler de o kadar kendi içine dönük bir görünüm arz ediyor. Medya kendi çıkarlarını korumayı öne alıyor.
“İklim değişti” dedik. Ulrich Teusch, toplumun bol haber alabilen bir kesimle, neredeyse olan bitenden habersiz bir kesim halinde bölündüğü kuşkusunu da soru halinde dile getiriyor. Trajik olan, ana akım medyanın taraflı davrandığından emin kitleler, yani toplum, bu güvensizliğine rağmen ana akımın dijital formasyonlarını izlemeyi sürdürüyor. Bu da ana akım için hem ilgi hem de gelir demek.
Kitap “RT.com” deneyiminin ana akım medyanın ayaklarının altındaki toprağı nasıl kaydırdığını da ayrıntılarıyla ve örneklerle işliyor. Rusya kaynaklı bu dijjtal müdahale, Batı veya Alman ana akım medyalarının uzun süre rakipsiz kaldığı etkinlik alanına büyük bir profesyonellikle girerek, onların ihmal ettiği, görmezlikten geldiği haberleri öne çıkardı ve ortamı da epey bir karıştırmış oldu. Yerleşik yapıyı sarsan bu girişimin sonuçları da kitapta ilgiyle izlenebiliyor.
Ancak “RT.com“ ve daha küçük sayısız girişimin temel yaklaşımı, ana akım medya anlayışına çok da yabancı değil Teusch’a göre. Onların da kendi geçiştirdikleri veya öne çıkardıkları haberler var. Alternatif medyada da aynı sorunlar yaşanıyor.
ANA AKIM İÇİNDE VE DIŞINDA
Ulrich Teusch, gerçekten hak ettiği ilgiyi gören kitabında ana akımdan kopmadan, ama ana akımın temel şikelerine de kapılmadan gazetecilik yapmanın mümkün olabileceğini savunanlardan. Özellikle Almanya’daki kamuya ait radyo ve televizyonlarda “ana akım medya dışı bir ana akım medya” olduğu tezini ileri sürüyor.
Ana akım medya içindeki ana akım medya militanları, Teusch’a göre zaten tam bir çıkmazda. Bu alana sahip çıkan gazeteciler sürekli yeni boşluklar üretecek, haberleri tek taraflı bir ağırlığa tabi tutacak, çifte standart ana tutumu olacak, içinde bulunduğu medyanın temel çıkarlarıyla uyumlu bir anlatı kuracak, yeri geldikçe kampanyalar yapacak ve propaganda için kendini istismar ettirebilecek… Bu işin sonu kötü. Teusch’a göre, ana akım medyayı, çöken kitle partilerinin kaderi bekliyor.
Yine de Ulrich Teusch, ana akım gazeteciliği ile alternatif gazetecilik gibi tanımlara pek yüz vermiyor. “Sadece iyi ve kötü gazetecilik var” diyor. Ama iyi gazeteciliğe artık ana akım medyada rastlanılmadığını, bunların daha çok alternatif medyanın içinde gözlendiğini de itiraf ediyor. Ana akım medyanın egemenliğinin artık bittiğini savunan Ulrich Teusch’un en önemli vurgusu, iyi gazeteciliğin bir toplumsal uyarı sistemi olması ve bunun unutulması. Toplumda haksızlığa uğrayanları, kenara itilenleri, “tutunamayanları” anlayan, onları hisseden bir gazeteciliğin bu “erken uyarı işlevini” yerine getirebileceğini hatırlatıyor.
Böylece, pek öyle radikal iddialar taşımayan ve sadece namuslu olmaya çalışan bir gazetecinin kitabından, bir dönemin resmini çıkarmak mümkün oluyor. “Boşluk Basını” (Lückenpresse), bir iklimin kırıldığına örneklerden sadece biri. Başka göstergeler de var.